HaberlerHizbullah HakverdiİranOrtadoğuSuriye

Hama Olayı ve Suriye İhvanı – 2.Bölüm

HAMA OLAYI VE SURİYE İHVANI

( Geçen bölümden devam)

İKİNCİ BÖLÜM

KISACA SURİYE ve SURİYE İSLAM CEPHESİ’NİN YAPISI ve HAREKET SEYRİ

13 milyon civarındaki nüfusunun % 70 küsuru Ha­nefî, Şafii ve Caferî’lerden oluşan Müslüman; % 10 ve 15 arası Nusayrî ve Dürzî; % 10’u (Katolik-Ortodoks-Marunî-Nasturî ve Protestanlardan oluşan) Hıristiyan; geriye kalanlarının da Ismailiyye, Yezidî ve Yahudilerden meydana gelen Suriye, bilindiği gibi uzun yıllar Osmanlı idaresi altında yaşamış; Birinci Cihan Savaşında Osmanlıların dağılmasından sonra da 1920’de Fransız mandası altına geçmiştir.

1944’de bağımsızlık anlaşması imzalanan ve 1945’de yürürlüğe sokulmağa başlanan, ancak 1946 yılında Fransız güçlerinin ülkeyi terk etmesiyle bağımsız (?) devlet statüsüne kavuşan Suriye, o günden bugüne kadar bir türlü istikrara ka­vuşamamış; uzun süren askerî darbelerle karşı karşıya gelmiştir.

Bu cümleden olarak, ilk darbe Mart-1949’da (Amerikan güdümlü) olmuş; onu Ağustos 1949’daki Amerikan güdümlü askerî darbe ta’kib etmiştir. Bu yönetim de, çok güdümlü Şubat 1954 darbesine ka­dar devam etmiştir.

Fikrî temeli 1950’lere dayanan ve Nusayrî Zeyi Arsuzî, Hıristiyan Mişel Eflak ile Sünnî Kökenli Selahad­din el-Bitar tarafından kurulan “el-Baas el-Arabi” (Arapların Yeniden Dirilişi) denen ideolojik kuruluş, (nasyonal-sosyalist bir yapı olarak) geliştirilerek, son ikisi tarafından ‘parti’ olarak resmen faaliyete geçiril­miştir. 1955’lerde siyasî etkinliğini hissettirmeğe başlayan parti (el baas), sünnî (?) kökenli kişilerin yönetimi altında bulunan Arab Sosyalist Partisi ve Suriye Komünist Partisi ile güçlü bir işbirliğine girme­si neticesinde 1957’de Suriye’de yönetimi tamamen ele geçirmiş ve Cemal Abd’ünnâsırîn Mısırı ile de itti­fak kurmayı başarmıştır.

El-Baas’ın sağladığı Suriye-Mısır ittifakı, 1 Şubat 1958’de Birleşik Arab Cumhuriyeti‘ni doğurmuş; bu -sözde- Cumhuriyet, Suriye’de gerçekleştirilen 29 Eylül 1961 askerî darbesi netice’sinde tarihe gömülmüştür. Bu tarihten sonra; Suriye Baası, dâhilî hesaplaşmalara sahne olmuş; 8 Mart 1963’de sünnî (?) Baas’cı Selahaddin ei-Bitar’ın egemen olduğu askerî bir darbe yapılmış, birkaç ay sonra etkinlik yine sünnî (?) Baasçı olan Hafız el-Emin’e geçmiş olmakla birlikte Mişel Eflak-Hafız el-Emin ve Selahaddin el- Bitar üçlüsü Suriye’de mutlak hükümranlığı elde et­miş ve Baas‘ın ‘pan-Arab’ (Arab Birliği) ve ‘merkezi­yetçi’ ideolojisini esas almışlardır.

Bu kanada karşı; Baas‘nn, ‘mahallî-bölgesel’ ve ‘adem-i merkeziyetçi’ görüşün temsil eden Sâlih Cedîd-Nureddin el-Attasî-M. Ümran ve Hafız el-Esed (ikisi sünnî, ikisi de nusayrî) gurubunun 23 Şubat 1966’da gerçekleştirdikleri askerî bir darbe ile yöne­tim köklü bir el değişikliğine uğramış; ünlü Hafız el- Esed yönetiminin kapısı açılmış ve ilk dönemi başlamıştır. Bu darbe ile Hava Kuvvetleri Komu­tanlığını ele geçiren Hafız El-Esed, artık parti içi mu­haliflerini diskalifiye etmenin yollarını aramaya başlamıştır. Yönetimde etkinliği elinde bulunduran ve kendisi gibi Nusayrî olan Salih Cedid’e karşı 25 Şubat 1968’de başarısız bir darbe girişiminde bulu­nan Hafız el-Esed, 23 Kasım 1970 tarihinde yaptığı askerî bir darbe ile yönetimi tamamen ele geçirmiş, muhaliflerinin hepsini diskalifiye etmeyi başarmıştır. Hafız el-Esed’in mutlak hâkimiyet kurması üzerine, Baas‘ın kurucusu olan ünlü Mişel Eflak ile arkadaşı Selahaddin el-Bitar, ‘merkeziyetçi’ Baas’ın temsilci­leri ve savunuculura olarak, bu yapıdaki Irak’a firar et­mişlerdir. O günden sonra, Irak Baas’sı île Suriye Baas’sı arasında zıtlık ve düşmanlık baş göstermiş, bu da büyük bir ideoloji savaşını doğurmuştur… (Böyle­ce; Irak Baas partisinin, Suriye Baas partisinden da­ha radikal olduğu da anlaşılmış olmaktadır…)

Suriye’de rakipsiz şekilde iktidarı eline alan ve za­lim bir dikta düzeni kuran Hafız el-Esed, kendinde önceki tağutî yönetimlerin başvurduğu ve halkı müslüman olup da, yönetimleri şirk ve küfür olan diğer ülkelerde de görüldüğü zulüm, baskı ve sindir­me eylemlerini sürdürmeye başlamış, bu yolla tağutî rejiminin iyice kökleşip kuvvetlenmesini amaç­lamıştır. (30). Hafız el-Esed’in bu baskıları, tabiatıyla ara sıra ‘tepkiler’ doğurmuş, yer yer fiilî mukavemet hareketlerini netice vermiştir. Bunlardan en önemlisi, Hama’lı mücahid Mervan Hadid’in, Suriye İhvanı’nın desteğinden ve onayından mahrum olan bireysel ni­telikli, Esed rejimine karşı silahlı eylemi ve bunun so­nucu olarak da, Esed rejimi tarafından yakalanıp idam edilmesi ve şehadete ulaşması olayıdır. Ki bu, bir gurup müslümanların Esed rejimine karşı kap­samlı bir şekilde baş kaldırılarına ve silahlı eylem başvurmalarına sebep olmuştur. (31)…

İRAN COĞRAFYASINDA İSLAM, DEVLET OLUYOR.

Bilindiği üzere 11 Şubat 1979 tarihinde İran coğrafyasında muhteşem İslamî İnkılâbı gerçek­leşmiş, ezilen dünya müslümanları ve mustaz’afları için büyük bir ümid ışığı olmuştur. Dünya müstekbirliği ise, Büyük şeytan Amerika’nın öncülüğü altında İslam İnkılabı‘na karşı çok yönlü saldırı başlatmış ve dünya müslümanları için bir ‘eksen’ olmasını önle­meye çalışmıştır… Durum bu merkezde olunca, dünyanın başka bölgelerinde bulunan İslamî Hare­ketlerin, İslam İnkılabı ile irtibat kurarak fikir ve hare­ket birliği içerisine girmeleri, en azından kendi bölge­lerinde başvuracakları fiilî hareketlerin ‘sınırı, yeri ve zamanı’ hususunda ‘istişarede’ bulunmaları İslamî ve Kur’anî bir gereklilik olarak karşımıza çıkmakta; ciddî ve samimi bir hareket, bunu kat’iyyen elzem kılmaktadır…

Fakat; Suriye İhvanının bir kısmının öncülüğünde 1979 yılının yaz aylarında, yani İslâm İnkıiabı‘nın ha­kim oluşundan 5-6 ay sonra kurulan ve Suriye’de ‘fiilî kıyam ve eylem’ yolu ile devrim yapmayı amaçlayan ‘Suriye İslam Cephesi’ maalesef İslam İnkılabı ile is­tişare bile etmeden ve mutabakat sağlamadan, fiilî eylemlere başvurmuş; 16 Haziran 1979’da Halep Topçu Okulu‘na düzenlenen silahlı bir operasyonla 60 civarında harb okulu öğrencisi öldürülmüş ve bir o kadarı da yaralanmış, böylece Esed rejimi ile ipler ta­mamen, bil-fiil koparılmış ve dönüşü olmayan bir yola girilmiştir. (32)…

El-Beyanunî, Adnan Sadeddin, Said Havva ve Adnan Ukla gibi… şahsiyetlerin kurucularından ol­duğu ve etkinlik gösterdiği, fakat çok renkli ve değişik düşünce erbabının içerisinde aktif rol aldığı Suriye İslam Cephesi; mezkûr olaydan ve sair bir kısım ey­lemlerden sonra, kendini artık gizleyememiş ve varlığını ilan etmek zorunda kalmıştır… Suriye dışına çıkmış bulunan Suriye İslam Cephesi‘nin yönetici kadroları, gerek Suriye’de ve gerekse Suriye dışında, bilhassa, Avrupa’da yayınlanan basın yolu ile peş peşe bildiriler, broşürler ve mesajlar yayınlamış; kısa bir süre sonra, Suriye rejimini silahlı eylem ile yıkıp yerine İslamî düzen kuracaklarını alenen ilan etmiş, Hama kentinin de ‘merkez’ olduğunu yeri geldikçe belirtmişlerdir… Bunu yaparken de, İslam İnkılabı’ ile irtibat kurma ihtimallerine dahi yer vermedikleri gibi; Eylül-1980 yılında başlamış bulunan İran-lrak sa­vaşını ve emperyalist güçlerin çok yönlü oyunlarını ve Saddam rejiminin yapısını ve saldırganlığını kaale almamışlar, tam aksine Saddam ile işbirliği yapmakta dahi herhangi bir sakınca görmemişlerdir…

Adı geçen cephe’nin bu sorumsuzca tavırları Hafız el-Esed gibi bir canî’nin müslümanlar aleyhine fiilî harekete geçmesine, tağutî düzenin korunması için muhtelif zulümler ve katliamlar icra etmesine se­bep olmuştur. Her düzenin; kendini yok etmeye niyetli olan ve o amaçla eyleme geçen kişi ve hareketleri yok edeceği ve bunda kendini ma’zur göreceği tabiidir. Hakim olan bir düzenden, bundan başkasını bekle­mek elbette safdillik olur. Onun için, mes’elenin bu yönünden çok, diğer yönünü, yani o tür zalim ve tağutî düzenlere koz verme; ‘zemin, zaman, güç ve kapa­site’ hesabı yapmadan veya bunları nazar-ı itibara al­madan fevri çıkış yönünü sorgulamalı, faillerinden ve müsebbiblerinden hesap sorulmalıdır…

İşte; Suriye islam Cephesi’nin bir kısım eylemleri­ni ve dünya kamuoyuna alenen açıkladıkları niyetleri­ni ve durumlarını büyük bir koz ve fırsat olarak değer­lendiren melun Hafız el-Esed rejimi, güya yıkılma­mak ve varlığını korumak iddiasıyla bir sürü katliam­lar gerçekleştirmiş, böylece canî çehresini dünya ka­muoyuna göstermiştir. Mart 1980’deki Halep, Nisan 1980 ilk Hama katliamları ve cinayetleri, mel’un Hafız el-Esed’in gerçekleştirmiş bulunduğu sistematik kat­liamlarından sadece bazılarıdır… Hafız Esed, bu al­çakça zulümleri icra ederken, Suriye halkına karşı gayet mazlumane bir pozisyon takınmış; buna gerek­çe olarak da adı geçen cephe’nin eylemlerini, niyetlerini, iç ve dış basında yayınlanmış bulunan muhtelif bildirilerini ve mesajlarını göstermiş, kendini ve düze­nini korumak zorunda kaldığını söylemiştir… Elindeki bu kozları bahane ederek ‘kuzu postuna’ bürünme­ye muvaffak olan canî Hafız Esed rejimi böylece Su­riye islam Cephhesi’nin ‘merkez’ diye lanse edip ‘he­def’ olarak gösterdiği ‘Hama‘nın kahraman müslüman halkını, ‘katliam’ edebilmenin ortamını hazırlamaya başlamış (33) ve Ekim-Aralık/1981 ta­rihleri arasında ‘Hama’ çevresinde yaptığı hazırlıklar­la ve askeri yığınaklarla, meşhur ve hazîn ‘Hama kat­liamını’ gerçekleştirebilmenin fırsatını kollamaya başlamıştır (34)…

MAZLUM HAMA HALKI KATLİAMA UĞRUYOR

Tağutî rejiminin ve zalim saltanatının devamını sağlamak için her türlü zulmü ve cinayeti kendisi için mübah kabul eden rezil Esed rejimi, Suriye İslam Cephesi‘nin verdiği kozları bahane ederek, meş’um Hama Katliamını gerçekleştirmiş; onbinlerce maz­lum, ma’sum ve her şeyden habersiz müslümanların mübarek kanlarını alçakça akıtmıştır. Bu alçakça ci­nayetin işlenmesinde, Suriye İslam Cephesi’nin çok büyük vebali ve sonsuz sorumluluğu vardır. Zira az yukarıda da değindiğimiz gibi; Suriye İslam Cephe­si’nin yönetici Kadrosunun tamamı Suriye dışına çıkmış, bulundukları ülkelerde verdikleri beyanatlar­la, basına yansıyan bildirileri ile Hafız el-Esed rejimini uyanık bulunmaya sevk etmiş, Hama başta olarak, İslamî potansiyel yönünden güçlü olan yerleri ikide bir ‘hedef olarak göstermişlerdir. Hatta bu durum kendi yayın organlarında da sürdüren Suriye İslam Cephe­si; 7 Haziran 1980 tarihli ‘en-Nezir” dergisinde, Suriye ve özellikle de Hama halkını alenî olarak ‘cihada ve kıyama’ başlamaya davet etmiş, benzeri bildirilerle de bunun dozajını iyice artırma yoluna gitmiştir. Buna karşılık, Hafız el-Esed, Suriye halkını, bilhassa müslüman kitleyi yanına almayı,hiç değilse ‘çekim­ser’ bırakmayı sağlamak amacıyla ‘dindar’ görünme ihtiyacı duymuş, sık sık camilerde görünmeye başlamış, İslam’a ve müslüman halka tavizler ver­me yollarına başvurmuş (36), böylece Suriye İslam Cephesi’nin ‘merkez’ kabul ettiği “Hama‘yı yalnızlığa itmeye Suriye halkından soyutlanmış bir biçimde bırakmaya çalışmıştır. Zaten; Mervad Hadid, Adnan Sadeddin ve Said Havva gibi isimlerin ‘Hama’lı oluşları (37) ve Suriye İslam Cephesi’nin sürekli ola­rak Hama’yı -adeta- ‘hedef gösterir gibi ön plana ge­çirmesi.. gibi faktörler de, Hafız el-Esed’in ‘Hama‘yı hedef alarak, mazlum halkını alçakça ‘katliam’ yap­masına sebep olmuştur…

Evet;.. Suriye islam Cephesi; ‘beyanat’, ‘misak’, ‘en-nezir’ ve ‘el- müctema’ gibi kendi yayın organ­larında, dünya kamuoyuna açık bir şekilde yayınladıkları ‘yazı, bildiri, broşür ve mesajlarla’; “amaç­larının, Suriye rejimini devirmek olduğunu” “bu­nun yerine de İslam devletini kuracaklarını, ko­nuyla alakalı bütün hazırlıkların tamamlandığını” “bunu gerçekleştirmek için de tek yolun silahlı kıyam ve fiilî cihad olduğunu” alenen ilan etmiş (38), böylece; uykuda olan Esed rejimini uyandırmış ve harekete geçirmiştir… Cephe’nin en önde gelen si­malarından olan Said Havva, 9 Aralık 1980’de, Batı Almanya’da yayınlanan ‘die Welt’ gazetesinin kendi­siyle yaptığı bir röportajda, “Suriye Cephesi’nin Su­riye rejimini devirip yönetimi ele almaya tam an­lamıyla hazır olduğunu” (39) açıklamış; Cephe’nin Said Havva’dan da etkili şahsiyeti olan Adnan Saded­din ise; ‘misak’ ve ‘Ennezir‘de yayınlanan mülakat ve beyanatlarında (Sanki, Esad rejimini yıkmışlar? veya yıkmak? üzereler., gibi) “kuracakları? Yeni yöneti­min? şeklini, yapısını ve işleyiş tarzını…” alenî ola­rak ilan etmiş (40), bu tür sansasyonel haberler ve şamata yüklü beyanlar, Hafız el-Esed rejiminin teyak­kuza ve alarma geçmesini, adı geçen cephe ile irtibat halinde olan şahıs ve bölgeleri ‘hedef ittihaz etmesi­ni doğurmuştur….

Bazı gurupların Irak üzerinden Hama’ya silâh sok­muş olmasına mukabil, Hama halkı (kitle olarak) ta­mamen silâhtan tecrid edilmiş; Suriye İslâm Cephesi tarafından ‘güçlü merkez ve karargâh’ denilerek ‘hedef’ olarak gösterilmiş; bir kısım guruplara va’d edilen yardımlar-destekler gönderilmemiş; adı geçen cephe’nin ‘blöfleri‘ neticesiz kalmış; kısâcası, maz­lum Hama halkı; adı geçen cephe tarafından -maalesef- desteksiz ve yardımsız bir şekilde câni Esed reji­minin insâfsız eline ve katliâmına terk edilmiştir (41). Bu da, tabiâtiyle ‘Hama katliamının’ boyutlarını biraz daha büyütmüştür… Hareket öncülerinin bu kadar büyük gafleti neticesinde ‘Hama‘yı abluka altına alan Hafız el-Esed rejimi, müslüman halka karşı değişik baskı ve zulüm metodları uygulamış, halkın, din, iman, namus, şeref ve hürriyetine tecavüzlerde bu­lunmaya başlamıştır. Bunun üzerine; dinini, namusu­nu ve mukaddes değerlerini ‘savunma zarureti ile karşı karşıya kalan mazlum ve kahraman Hama halkı, tağutî Suriye rejimine karşı ‘mukavemet’ etme­ye başlamış, cani Esed rejimine bağlı askeri güçler­den 50’ye yakın uşağı tepeleyerek cehenneme yol­lamış, böylece; ‘Şehadet’ tarihimizde yeni ve şanlı sahifeler açılmıştır. (42)…

İSLAM İNKILÂBININ DOĞUŞU VE TAĞUTİ GÜÇLERİN OYUNLARI

Ma’lum olduğu veçhiyle; İslam İnkılâbı, tabiatı ge­reği uzun mücadele yılları neticesinde ‘zafere’ ramak kaldığı 1978’in son ve 1979’un ilk günlerinde tarihî ölüm-kalım savaşını vererek; 100.000’lerce şehid, yaralı ve mazlum evladını sineye gömerek; 2 Şubat/11 Şubat 1979 tarihlerinde mutlak hakimiyet kurmuş, dünya tağutluğunun bölge temsilciliği olan ‘şahlık’ rejimini tarihin çöplüğüne atmıştır.

Bu muhteşem İslamî inkılab, dış güdümlü olmayıp tamamen İslamî, vahyî ve Nebevî olduğundan; ‘Ne doğu, Ne batı; Sırf İslamî!” prensibi ‘esas’ aldığından, kısaca; ‘tam inkılab? (yabancıların tabir­leriyle; radikal, militarist-savaşçı ve yayılmacı) bir karakter taşıdığından dolayı, tüm dünya kâfirliğinin ve tağutî-emperyalist güçlerin ‘tek hedefi’ haline gelmiştir. Onun için de, emperyalist güçler; İslam inkılabına karşı, inkilâb‘ın ilk günlerinden itibaren, acil bir tarzda, değişik ve çok yönlü oyunlara, komplo­lara, şantajlara, entrikalara, yalanlara, iftiralara, kara­lamalara, tahrib ve ‘yok etme’ operasyonlarına başvurmuşlardır, “askerî darbe girişimleri”, “halkı, bilhâssa etnik gurubları isyân ettirme gayretleri”, “mezhebî kutuplaşma sağlama ve tefrika çıkarma çabaları”, “münâfık ve uşak zihniyetleri devlet mekânizmasına sızdırarak üst kadrolara yerleştirme ve böylece ‘kal’ayı içden fethetme’ gayret­keşlikleri”, “halk ile ülfeti ve her türlü siyâsî-içtimaî-iktisâdî, askerî ve teknik gelişmeyi sabote et­me faaliyetleri”, “dünya kamuoyu’ndan ve ulusla­rarası kurumlardan ve plâtformlardan tecrid et­me, yalnız bırakma entrîkâları”, “siyâsî, iktisâdi, içtimâi, askerî, ilmî ve her türlü ambargolar-ablukalar uygulama fiilleri”, bunlardan (komplolardan., vs’..den) sâdece bazılarıdır…

Bütün bu çok kapsamlı -değişik- hileler, tuzaklar ve komploların, inkılâbın yıkılmasını sonuç verme­mesi neticesinde de, mezkûr olumsuzluklara ve iç çatışmalara ilâveten (Ordu’nun dağılmışlığı- dağıtılmışlığı fırsat bilinerek) dünya istikbârının bölge uşağı olan ‘Irak baas rejimi’ sancağı altında ‘tek or­du, tek cephe’ hâlinde ‘birleşen’ dünya emperyaliz­mi, İslâm İnkılâbını yıkmak amaciyle karadan, havadan ve denizden amansız yıldırım bir savaş başlatmış; İslâm inkılâbının bir çok yerleşim kentle­rini yerle bir etmiş ve bir o kadarını da fiilen işgal et­miştir.

Dışarıdan ve içeriden bu kadar tehlikelerle, hatta ölüm ve felâketlerle karşı karşıya bırakılan İslâm Inkılâbı’na karşı dünya müslümanlarınca uyanan muhabbet-hürmet-râbıtâ (bağlılık), hele şefkat-merhâmet ve rikkât duygularını ve ‘Müslümanların tek millet olduklarının bilincine varma” duyarlılıklarını yok etmek, hiç olmazsa dumura uğratmak için hare­kete geçen “gizli ve hâin güçler”, böyle bir kritik zaman’da ‘Hama Olayı’ gibi değişik senaryolar hazırla­maya, ‘yardıma kendi muhtaç’ olan İslâm inkılâ­bına da (niye, yardım yapmadı? diye) ‘hayâlî fatura­lar’ çıkartmaya başlamışlar, böylece; dünya müslümanlarının, hatta mustâz’aflarının “umut ışığı” olan İslâm inkılâbı üzerinde şübheler, şâibeler ve itimâdsızlıklar uyandırmağı amaçlamışlardır.

Bu hususta kefere güçler, emperyâlist merkezler ve münâfık mihraklar açık veya kapalı bir surette baş rolü oynarken; bazı kereler de ‘müslüman’ hatta ‘mücâhid’ görünümlü piyonlarını devreye sokarak “İslâm inkılâbına” karşı ‘yıkıcı’ faaliyetlerini (dolaylı biçimde) sürdürmektedirler. Bu, mertçe olmayan menhus faaliyetler neticesinde, hasb-el-beşer etkilenen toplumlar içerisinde samimi, mes’elenin künhüne vâkıf olmayan, olma imkânı bulamayan müslüman kardeşlerimizin bulunacağı, bunların da, ister iste­mez bu menfî propagandalar ve vesveseler sonucu, İslâm İnkılabı’na karşı tavır takınacağı,hiç olmazsa soğuyacağı ve bağlılığının (kesin-kes) kopacağı tabîîdir. Böylece; İslâm alemi‘nin büyük bir kesimini oluşturan sünnî müslümanlarla İslâm İnkılabı arasın­daki itikâdî, dinî, siyâsî, cihâdî ve amelî tüm bağlar ko­pacak, İslâm İnkılabı yalnızlığa itilmiş olacak ve ya­vaş yavaş (El’iyazubillah) yıkılması sağlanacak; Sünnî müslümanlar ise, hâmîsiz, imamsız, hükümet­siz, devletsiz ve yardımcısız bırakılacak; tağutî düzenlerin sultası altında (hâl-i hazır, mevcut) rezîl ve zelîl bir hayat içerisinde yuvarlanıp gidecek ve em­peryalist kâfirler de, derin bir nefes alacak ve sürekli bir şekilde rahata kavuşacaktır…

İşte; Hama ve benzeri olaylar bahâne edilerek İslâm İnkılabı’na karşı (güyâ, yapıcı tenkid adı altın­da) başlatılan, yer yer ve zaman zaman gizli veya açık bir şekilde sürdürülen menfî ve yıkıcı propagan­daların asıl amacı veya doğuracağı netice ancak bu­dur! ‘Hama’ olayı, ayrıca; muhtelif islâm ülkelerinde İslâm İnkılabı’na karşı ‘millî-kavmî’,’mezhebî- meşrebî’, ‘tarihî, coğrafî’, ‘nefsî veya şeytanî’., bir kısım derunî hastalıkların, kinlerin ve düşmanlıkların nüksedip zuhur etmesine de vesîle olmuştur…

Hele; içerisinde yaşadıkları ülkelerin hakim olan tağutî düzenlerine karış ‘temennâ’ etmeyi meslek hâline getiren; hakim güçlerin nimetlerinden?” (parti, dernek, makam, mevki, ikbâl, sermâye, mülkiyet ve şöhret gibi., ‘metâ’ul-ğurur’ olan imkânlarından) istifa­de etme yarışı içerisine giren; yazar, çizer, molla, ağabey, efendi., ünvânlarıyla toplumun -güyâ- ‘elit’ tabakasını oluşturan; takvâ ve cihad rolleri ile bir kısım müslümanları etkileyen; ‘bukalemun’ gibi dâi­ma renk (sâff ve çizgi) değiştirmeği itiyâd haline geti­ren; kendi değişken tavrı ve yandaşları için ısmarla­ma ve uydurma fıkhî hükümler ihdâs eden (47); sunî ulemâ ve molla taslaklığı ile geçinip gününü gün eden; ara sıra ‘tağutlardan?…’ bahsetmeği ve bunu sırf sloganlaştırmayı branş edinen bir kısım ahundların, katliâmın her yıldönümünde ‘Hama‘yı dillerine dolamaları, güyâ Hama’ya ağıt yakar görünerek İslam İnkılabı’na karşı kin, nefret ve zehir kusucu tavırlar sergilemeleri, Hama‘yı vesile ederek İslam İnkılabı’na karşı doğrudan veya dolaylı bir biçimde saldırılarda bulunmaları, çok feci’ ve hazin bir manza­ra olarak müşahede edilmektedir…

Halbuki; Allah’ın dininin hakim kılınması için çaba­lamak, yani Allah’a gerçek ubudiyet görevinin ifâ edil­mesi için geldiğimiz şu fani dünya’da, gayet hassas olmamız; Allah’ın dinini hakim kılmış ve bunu tüm ci­hana hakim kılmak için çalışmayı şiar ve esas edin­miş olan İslam İnkılabı‘nın müdafaa ve muhafazası için çalışmamız ilahi bir vecibe olarak tebellür etmek­tedir. Bilhassa, “Allahın ayetlerini semen-i kalil mukabilinde satmayın!” (48); “hakkı, bâtıl ile karıştırmayın!” (49); “dünya hayatı, aldatıcı bir metâ’dan başka bir şey değildir.” (50); “…hakkı bi­lerek gizleyenlere Allah lâ’net eder, lâ’net edici olan (herkes de) lâ’net eder.” (51) gibi., yüzlerce İla­hi terhib, tahzir ve tehditler karşısında, yürüklerimiz ürpermeli ve tir-tir titremeliyiz. Ve; bugünün yarını, muhakeme-i kübra’nın da olduğunu unutma­malıyız…

Şunu açıkça ifade etmek gerekir ki; bile bile hakkı gizleyenlerin, peşin hükümlü ve içten pazarlıklı olarak İslam İnkılabı’na menfi gözle bakanların, değişik fer’î ve mezhebî görüşleri kendileri için ‘din’ edinen bağnazların, ‘dall ve mudill’ (52) pozisyonunda bulu­nup da bilgiçlik taslayanların, kalblerinde maraz bulu­nanların.. bu ve benzeri yazılarla İnsaf dairesine gele­cekleri biraz zor olsa da; bilmeden veya yanlış bilgi neticesinde ‘hama’ olayından ve saireden dolayı, İslam İnkılabı’nı suçlu zanneden samimi Müslüman kardeşlerimizin konuyu kavrayıp teslim edeceklerine ve İslam İnkılabı’na karşı su-i zanlarını tekrar hüsn-ü zanna çevireceklerine inanıyoruz. ‘Suriye Dosyası’ yazarı gibi.. Bir kısım samimi ve halis kardeşlerimize bu vesile ile yardımcı olabilirsek (53), kendimizi bahti­yar hissetmiş ve Yüce rabbimize de sonsuz hamd-ü senâlarımızı arz etmiş oluruz, inşaallah… ”

CİNNÎ VE İNSÎ’EL-HANNÂS’DAN KAYNAKLANAN EVHÂM, ŞÜBHE VE VESVESELERİN YIKILMASI

Ma’lum olduğu gibi ve daha önce de temas et­tiğimiz üzere; İslam İnkılabı, 11 Şubat 1979 tarihinde bil-fiil ‘İran’ coğrafyasında hakim olmuş, dünya müslümanlarının bir kısmı İnkılabı layıkı veçhiyle anlamış ve kıymetini takdir ederek birlikteliğini ve inkıyadını arz etmiş; bir kısmı müspet bakışla yetin­miş; bir kısmı ‘teğet’ geçmekle işi geçiştirmiş; bir kısmı ise İnkılaba şübhe ile bakmış; diğer bir kısım ise, emperyalistlerin oyunlarına gelerek İnkılabın aleyhine geçerek menfi ve yıkıcı bir misyonu üstlen­miştir… Bu son iki, bilhassa son kısım müslüman zümre, maalesef İslam ümmeti ve ümmetin vahdeti için daima bir engel ve parazit hüviyetini oynamış; ni­ce saf ve iyi niyetli müslümanları da şüphelere ve ve­himlere düşürmüşlerdir.

Henüz devlet olmamış İslamî hareketlerin, devlet ve cihan-şümul bir yapıya kavuşmuş olan İslam inkılâbı ile irtibat halinde bulunması, istişareyi ve itaati esas alması, Yüce Kur’anın İlahi öğretileri arasında olduğu ehil zevatça bilinmektedir. Ve yine; bütün İslamî hareketlerin, devlet ve hükümet olmuş olan bir İslamî yapı‘nın, yani İslam İnkılâbı’nın sulh halin­de olduğu ülkelerle sulh halinde olması, savaş halin­de olduğu ülkelerle de (hükmen) savaş halinde ol­ması, keza İslam mektebinin muktezasıdır. Hâl böyle olduğu halde; Suriye İslam Cephesi, İslam İnkılâbı’nın kuruluşundan sonra oluşturulmuş, İslam İnk­ılabı ile hiç bir istişarede bulunulmamış ve gerek Suri­ye İslam Cephesi’nin kuruluşu ve gerekse hareketi konusunda İslam inkılabına danışılmamıştır. Danışıldığı iddia edilen konularda da tavsiyesine uyulmamış, Velâyet yetkisi bil-fiil kabullenilmemiştir. Aksine bir hareketle, İslam İnkılâbı’nın amansız düşmanı, yüzbinlerce müslümanın katili ve emperya­list güçlerin uşağı olan kâfir Saddam rejimi ile dostluk ve işbirliği içerisine girilmiş; islam İnkılabı ile sulh ve barış halinde bulunan Suriye’ye karşı, tâ işin ilk başından itibaren savaşma kararı alınmış; dış basına verilen beyanatlarda ısrarlı İran İslam Cumhuriyeti gi­bi ‘kan dökücü?’ olunmayacağı ve içteki kâfirlere karşı hoşgörü ile muamele edileceği özellikle vurgu­lanmıştır…

Onun için; İslam İnkılâbı’nın şer’i konumu, üstlen­diği cihan-şümul misyon, içerisinde bulunduğu şart­lar, Suriye İslam Cephesi’nin karışık-karmaşık ve şaibeli durumu, Cephe’nin Irak ile ve batı ile irtibatlı durumları ve Suriye’nin İslam İnkılabı ile olan siyasî, iktisadî ve askerî ilişkileri., gibi bir sürü meseleler göz önüne alınmalı ki; İslam İnkılâbı’nın Hama Olayı karşısında ‘suskun’ kalmasındaki esbab-ı mucibe gereği gibi anlaşılabilensin…

İşte; bu gibi pozisyonlardan dolayı İslam İnkılabı, ‘Hama‘dan yana açıkça tavır koymamış, câni Suriye rejimi ile olan barış ve anlaşmalı durumunu bozmamıştır. Bu durum, ‘kasıtlı’ olanların ellerinde bir ‘koz’ olarak kullanılmış, sürekli olarak ‘sâfi’ zihinler idlâl edilmek istenmiştir. Onun için, bu konunun geniş (şer’î) tahlilinin yapılması, olayın İçyüzünün ve İslam İnkılâbının tutumunun ‘esbab-ı mucibesinin’ vuzuha kavuşturulması gerekmektedir.

Evet; “çağa, İslam çağı damgasını” vurdurtan muhteşem İslam İnkılâbı, Hama Olayı’na karşı neden pasif bir tavır takındı? Ve Suriye rejimi gibi bir küfür düzeniyle neden ilişkilerini kesmeyip devam et­tirme yolunu seçti? Öyle bir ınkılab ki; değil dünya müslümanlarının, tüm dünya mustaz’aflarının da sığınağı ve ‘umut ışığı’ olmuştur, öyle bir ınkılab ki; aç-perişan-ezilen ve esir insanlığın ‘kurtarılmasını tek amaç edinmiştir. Öyle bir ınkılab ki; i’lâ-yı kelimetüllahın ve onun uğrunda sa­vaşmanın verdiği tad, zevk, aşk ve lezzet, artık İslamî terminoloji’de ‘tâ’ziye’ye yeni bir ta’rif, “tebrik” ta’rifini getirmiş; günlük yüzler-binler şehidler için, “hoşamedi”ler-şenlikler şeref vesi­lesi olmuş; “Hüseyin iftiharımız, şehâdet şiarımız”, “her gün aşûrâ, her yer Kerbelâ” (54) düsturunu canına ve kanına nakşetmiştir… Böyle bir ınkılab, nasıl olur da ‘Hama’daki müslüman kar­deşlerinin feryatlarına karşı sessiz kalabilir? Bu­nun şer’î (İslamî) izahı nedir?

İşte; çok önemli olan bu hususun tamamen açıklığa kavuşabilmesi için konuyu, şu ana başlıklar çerçevesinde ele almamız gerekecektir: İslam İnkılâbı ‘Hama’ya neden sessiz kaldı? Sessiz kalışının esbâb-ı mucibesi nelerdir? Hama halkını emri vâki karşısında bırakanlar, güya kıyama hazırla­yanlar ve hareketi yönlendirenler kimlerdir? Ve buna neden tevessül etmişlerdir? Hama halkı ne­den direnme gereği duymuştur?… Bu soruların cevapları verilince, meselinin iç yüzü de tamamen an­laşılmış olacaktır, İnşaallah…

İSLAM İNKILÂBI, ‘HAMA’YA NEDEN SESSİZ KALDI?

İlahî Vahy‘in temel esprisini iyice kavramış olanlar yakinen bilirler ki; ‘sünnetüllah‘ın seyir tarzı; ‘imamlar’ın (nebi olsun, veli olsun) ya, ‘kavlî-fiîlî nâsb ta’yin ve istifa’; veya, sırf ‘fiîlî nâsb tâ’yin ve istifa’ (yâni, bil­fiil seçme-temâyüz ettirme) usulüyle gönderilmiş ol­dukları, şeklinde cereyan etmiştir. (Ki, birinci şık; pey­gamber olan imamlar için, ikinci şık ise; peygamber olmayan imamlar için geçerlidir.) Onun için; İslam fıkhı ve tarihî muvacehesinde konuya baktığımız da; ‘İslâm İnkılabı’nın nâzımı, mihveri ve merkezi’ mesabesinde olan ‘imamlar‘ın organizesi-otoritesi altında bulunması (İlahî, kat’i bir vecibe olarak) lazım gelen müslümanlar, tarih boyunca bu İslamî ve İlahî otoriteye ve organizasyona tabi’ oldukları müddetçe ‘meşruiyet’ içerisinde bulunmuş, böylece de; maddî- manevî, dünyevî uhrevî tüm sahalarda yüceldikçe yücelmiş; aksi takdirde de, maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî, aklî-kalbî, ruhî-ahlâkî-siyâsî-içtimai.. Tüm hususlarda tedenni ve tereddit etmişlerdir. (55)

Ve yine, şu husus da iyice bilinmelidir ki; “yer yüzünde fitnenin her türlüsünü silip-süpürmek ve Allah’ın dinini (hükümlerini) küre-i arz’ın tümüne hakim kılmak için…” (56) çağın değişik, çok boyutlu savaşını veren, vermeğe devam eden, günümüz ‘İslam İnkılabı’nın ‘bu nokta-i nazardan’ küfür dünyasının değişik coğrafyaları üzerinde muhtelif plan-program ve hesaplar yaptığı-yapacağı tabiîdir. Zirâ; ‘İnkılâbı yapı ve karekter onu gerektirir. (İşte; – işin garip tarafı, bazı müslüman kesimlerin devam eden koyu gafletlerine rağmen- emperyalist güçler, (doğusuyla-batısıyla) İslam İnkılâbının bu yapısını ve özelliğini iyice kavramış, onun için de inkılâbın yıkılması hususunda çok kapsamlı bir işbirliğine gi­rişmişlerdir. Stratejik silahların sınırlandırılması, kuv­vet indirimi, Afganistan hususunda anlaşmaları, Körfez politikaları, Güvenlik Konseyi Ortak Kararlan, Irak’a her türlü ‘ortak destekler’ ve Inkılab’a karşı her hususta ‘birlikte’ hareket etme anlaşmâları-gizli komploları vs. vs… sadece, görülebilen basit birer örneklerdir. Üstelik İslam İnkılâbı dışındaki diğer- bazı- İslamî hareketler hususunda ihtilafa düştükle­ri, hatta bazen da ayrı ayrı yardımlarda da bulunabil­dikleri halde…

Binâen-aleyh; dünya’nın neresinde bulunurlarsa, bulunsunlar; samimi olan bütün müslümanların çok dikkatli ve hassas olmaları icab eder. Hele, İslam İnkılabı’nın, meriyette bulunan ‘siyasetini’ sabote ede­cek, plan ve programlarını akamete uğratacak her türlü indî, fevrî ve ‘keyfe mâ yeşâ’ hareketlerden kaçınmak, gerçek imânın ve samimi müslümanlığın zarurî gereğidir. Hiç kimsenin, hiç bir mahallî hareketin; İsiam İnkılâbını ’emr-i vâki’lerle ‘karşı karşıya’ getir­meye; ‘gâye ve hedefini saptırmaya’; oldu-bittilerle (bir nevi) ‘yönlendirmeye’ kalkışmaya ve ‘kendi başına buyruk’ olmaya aslâ hakkı ve selâhiyeti yok­tur!

Bilindiği üzere;.. İslam, serapa bir nizam, intizam, itaat, disiplin ve prensipler manzûmesi’dir. Müslümanların, ‘ulul’emr‘lerine (İmamlarına-İslamî devletlerine) ‘taat’ içerisinde bulunmaları çok kuvvetli İslamî bir ‘vecibe‘dir. (57). ‘Allahı’, ‘Peygamberi’, “kitabı’, ‘kıblesi’, ‘dini’ ve ‘imanı’ ‘bir’ ve ‘aynı’ olan gerçek ‘Hizbullahî’ müslümanların, ‘imam‘larının da (devlet, hükümet ve halifelerinin de) ‘bir’ ve ‘tek’ ol­ması icabeder. Zira; Yüce dinimiz .(İslam) kesin ola­rak bunu (İmamın-Ululemr’in tek olmasını) âmir bu­lunmaktadır. (58) Böyle olunca da; cihad-savaşı başlatma, sulh ve barış yapma veya barışı boz­ma.. Salâhiyetlerinin de ‘imam’ın veya o’nun yetkili kıldığı’ zevâtın olduğu, olacağı da kezâ (yine) Yüce İslam’ın İlahî hükümleri muktezâsadır. (59)…

Bu nokta-i nazardan çıkarsak, Suriye vb. gayr-i İslamî devletlerle muâhede ve musalaha akdeden ‘İslam İnkılabı’na karşı; “gayr-i müslimlerle-kâfirlerle barış olur mu?” diyerek taarruz edenlerin (60), böylece (gizli ihanet kasıtları yoksa); gaflet ve ceha­letleri anlaşılmış olmaktadır. Ki, bu konuyu aşağıda daha detaylı bir şekilde işleyerek tam vûzuha ka­vuşturmağa çalışacağız, inşaallah…

Şu kesinkes bilinmektedir ki; ‘küfür tek millettir’. Ve kâfirlerin tümü de İslam‘a düşmandır. Kâfirlerden asla ‘dost’ olamayacağı, iman-vicdan-insaf sahibi bir kâfirin bulunamayacağı (61) riyazî ve Kur’anî bir vâkıâ’dır. Bununla beraber Yüce İslam Dini; Müslümanlarla vahdet, ittihad, uhuvvet, teâvün, velâyet gibi unsurlar üzerinde ‘ilgi’ ve ‘alaka’yı esas alırken; kâfirlere karşı ‘cihadı’ esas almış, fakat ge­rektiği takdirde de ‘sulh’ ve ‘barışı’ tecviz etmiştir. Şimdi, bunun (kâfirlerle barış ve anlaşma yapılabile­ceğinin) şer’î dayanağını tesbite çalışalım:

KÂFİRLERLE BARIŞ VE ANLAŞMA YAPILABİLİR Mİ?

KÂFİRLERLE DEĞİL BARIŞ; İTTİFAK VE TAKİYE BİLE CÂİZDİR

Bu husus (İslam devletinin, kâfirlerle sulh-barış ve anlaşmalar imzalamanın cevazı hususu) vuzuha kavuştuktan sonra, İslam inkılâbının Suriye ile vâki muahedesi anlaşması muvacehesinde Hama’dan yana tavır koymamasının esbab-ı mucibesine -ârtık- geçebiliriz:

İSLAM İNKILÂBININ, HAMA’DAN YANA TAVIR KOYMAMASININ ‘BİRİNCİ’ ESBAB-I MUCİBESİ?

İslam İnkılabı’nın ‘Hama’ kıyamı-olayı vesilesiyle Suriye’ye karşı ve Hama’dan yana tavır koyma­masının esbab-ı mucibesi, ‘iki’ ana esas’a dayan­maktadır: 1) Hukuk-u şer’iyye nokta-î nazarından. Ki, ahd’e vefa’nın vacib; ğadr ve ihanetin ise, ha­ram olduğu kesindir. 2) Siyaset-i şer’iyye ve maslahat-ı İslamiyye nokta-i nazarından. Ki, İslam devle­tinin hayatiyeti ve bekası büyük ölçüde buna bağlı bulunduğu malûmdur. Bu iki ana unsur’un ayrı ayrı dayanakları ve izahları vardır, ezcümle:

1) ‘Kitabullah’ olan Kur’an-ı kerim’den: İslam fıkhının ve hukukunun en büyük kaynağının Kur’an-ı kerim olduğu, bütün mü’minler tarafından bilâşek ve’ş-şübhe kabul edildiği ma’lûmdur. Onun için, her hususta ilk başvurulacak ‘hüküm’ merciinin ‘O’ ola­cağı tabiîdir. Binâen-aleyh; (her konuda olduğu gibi) bu hususta da en büyük ‘söz sahibi’ olan Yüce Kur’an‘a kulak verelim:

“Muhakkak ki; iman edip de hicret edenler ve (hicretten sonra da) mallarıyla, canlarıyla Allah yo­lunda cihad edenler ve (o muhacir mü’minleri) barındırıp da yardım edenler; işte onlar (Muhacirlerle-Ensar) birbirinin velileridir (dostları-koruyucularıdır). İman edip de hicret etmeyenlere gelince: Hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiç­bir şey ile velâyetiniz (koruma yükümlülüğünüz) yoktur. (Bununla beraber) şayet onlar (da), ‘din’ hu­susunda sizden yardım isterlerse; ‘sizinle arala­rında misâk (anlaşma) bulunan bir kavim aleyhin­de olmamak üzere’, onlara yardım etmek boynu­nuza borçtur. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızı (ve yapacaklarınızı) gören’dir.” (Enfal: 72)

İşte; Kur’an-ı Kerim, bu yüce ayetiyle konumuza kesin bir açıklık getirmiş bulunmaktadır. Zirâ; dikkat edilirse, ayette ‘müminler’ 3 gruba ve sınıfa ayrılmıştır: a) Hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihâd eden müminler. b) (Allah yo­lunda cihâd ile birlikte) muhacir mü’minlere barı­nak (yer, yurd, iş ve mesken) hazırlayıp da (her hu­susta) yardımcı olan müminler. c) Hicret etmeyip (islamî devlete iltihak etmeyip) de ‘kâfir’ bir kavim (devlet) içersinde (güçsüz olduğu halde) yaşayan minler… Bu üç sınıf ‘mü’minler‘den, ilk ‘iki’ sınıfın, yani ‘muhacirlerle-ensarın’ birbirlerinin veli­leri oldukları, yani birbirleri hakkında ‘velâyet’ (koru­ma ve korunma) haklarının bulunduğu beyan edilmiş; ‘üçüncü’ sınıf olan (hicret etmeyen) ‘mü’minler’ hakkında ise, böyle bir şeyin olmadığı, yani ‘velayet’ (koruyup kollama ve dostluk) hakkının bulunmadığı bildirilmiştir.

Ancak; hicret etmeyen bu mü’minler, (başka ko­nularda değil, yalnız) ‘din’ hususunda ‘yardım’ tale­binde bulunurlarsa; onların bu taleplerine icabet et­mek ve onlara yardım elini uzatmak ‘güçlü’ mü’minler (İslamî devlet) üzerine İlahî bir vecibedir; borç ve yükümlülüktür, fakat, bu ‘borç’ ve yükümlülük; önemli bir şart’a bağlıdır. Ki o da; ‘sizinle aralarında misak(sulh, barış ve anlaşma) bulunan bir kavim (dev­let) aleyhinde olmamak..’ şartıdır.

Şu halde; ‘hicret etmeyen’ mü’minler, başka hu­suslarda ‘yardım’ isterlerse, onlara yardım edilmesi vacib değildir; (hangi tür kâfir kavim içerisinde bulu­nurlarsa, bulunsunlar…) İslam devleti ile herhangi bir barış ve anlaşması bulunmayan kâfir bir kavim (devlet içerisinde oturan mü’minler, (başka değil, sırf) ‘din’ hususunda ‘yardım’ talebinde bulunurlarsa, İslamî Devletin (gücü yettiği takdirde) onlara ‘yardım’ etmesi İlahî bir ‘borç‘dur. Fakat İslam devleti ile sulh ve barış halinde bulunan ‘kâfir’ bir kavmin (devletin) içerisinde yaşayan mü’minler, ‘din’ hususunda (bile) tebââsı bulundukları ‘kâfir kavmin (devletin)’ aleyhi­ne olmak üzere İslam devletinden yardım isterlerse, İslamî devletin onlara yardım etmesi ‘borç’ ol­madığı gibi, ‘caiz’ de değildir. Bu husus, mezkûr ayette, ‘sarahaten’ belirtilmiştir. Çünkü İslam dini, baştan başa ‘güven’ ve ‘itimad’ dinidir. Ahd’e vefa, anlaşmalara riayet; ğadr ve ihanetten sakınmak İslam’ın prensiplerindendir. Abdullah İbn-i Abbas (r.a.) da, bu ayetin tefsirinde ‘ahd’e vefa‘ya dikkat çekmiş, sulh ve barış halinde bulunulan bir kavm’e karşı ‘ğadr’ ve ‘ihanette’ bulunmanın ve ‘anlaşmala­ra aykırı davranmanın caiz olmadığını söyleyerek; “sizinle aralarında belli bir müddete kadar bir mu­ahede bulunan kâfirlerden bir kavim aleyhinde sizden yardım isterlerse; siz, zimmetinizi (taahhüdünüzü) bozmayınız. Ahitleştiğiniz kişilerle yeminlerinizi (anlaşmalarınızı) bozmayınız” (68) demiştir. Merhum Seyyid Kutub ise, (Enfal: 61 ayetinin tefsirinde) sulh ve barış isteyenlerle barışın cevazı ve ona vefanın gerekliliği üzerine “barış yap” başlıklı bir makale yazarken, mezkûr (Enfal: 72) ayetin tefsirinde de “Küfür diyarında oturan müslümanların din husu­sundaki yardım taleplerine koşmalı” dedikten sonra da “…ancak, bu hareket (yardım), müslümanların diğer bir devletle olan anlaşmasını bozmamalıdır. Velev ki bu devlet, din ve âkidelerinde o (müslüman) insanlara tecavüz etse dahi… Burada asıl olan; İslam cemiyetinin (devletinin) kendi maslâhatını, faaliyet planını ve üzerine terettüb eden anlaşmaları korumasıdır… Birinci derecede gözetilmesi lazım gelen husus budur…” diyerek, bu hususta güzel bir makale de serd etmektedir (69).

Böylece; İslam İnkılâbının Suriye’ye karşı tavır almamasının-alamamasının temel esbab-ı mucibesi, anlaşılmıştır sanırım. Ayırca; şu ayetlere de ba­kalım:

-“Şunlar ki; Allah’ın (her nevi) ahdini yerine ge­tirirler ve misâklarını (sözlerini-anlaşmalarını) boz­mazlar…” (Ra’d: 20); “…Ahiret saadeti (olan) adn cenneti (işte onlar içindir)…” (Ra’d sûresi, ayet: 22,23); “şunlar ki, (her çeşit hakk olan) misak’dan (anlaşmalardan) sonra Allah’ın (her türlü) ahdini bozarlar; …ve (böylece) yeryüzünde fesâd (anarşi) çıkarırlar.. İşte bunlar… Lâ’net onlara.. Kötü yurt (olan Cehennem ve ğayya) da onlara…” (Ra’d: 25)

-“Şunlar ki; emanetlerine ve ahidlerine (sözleşmelerine) riâyet ederler (Onlar, felâha kavuşmuş mü’minlerdir)…” (Mü’minûn: 8)

İşte; bütün bu Ayet-i Kerimeler ‘ahd’e vefâ’, ‘akid-misak-musalaha ve va’de riayet’ edilmesini; an­laşmalara uyulmasını; ğadr ve ihanet edilmemesi­ni kat’i bir surette emretmektedir. (Bu takdirde; İslam İnkılabı, Allah-u Teala’nın yüce emir ve nehiylerini mi nazar-ı itibara almalı idi, yoksa; cühelâ’nın, “boş vermeli ahd-ü misakı ve anlaşmaları!..” şek­lindeki lağviyâtını mı’?… Bunun takdirini de gerçek mü’minler yapsın!…)

-II) Sünnet-i Rasulullah (s.a.v.)’den:

Ahd’e vefa etmenin, ğadr ve ihanette bulun­mamanın İslamî bir vecibe olduğu (Kur’an-ı Kerim’le sabit olduğu gibi) Yüce Resülün (s.a.v) kesin sünnetiyle de sabittir: “Ahidlere vefalı olmak gerekir”, “Ahd’de (anlaşmada) ğadr ve ihanette bulunmak caiz değildir; bu, azabı gerektirir.” (70), “Münafık emanete ihanet eder, ahdine ğadr eder.” (71), “Ahdinize-misakınıza riayet edin”, “ahd’e vefakar olun, muahedeli olanı öldürmeyin, malını telef etmeyin.” (72), “Emaneti olmayanın imanı da yoktur, ahdi olmayanın dini de yoktur.” (73)… anlamlarında daha bir çok hadis-i şerif, bu hu­susu gayet beliğ ve bariz bir şekilde açıklığa ka­vuşturmuş bulunmaktadır.’ Ki; bu hadislerin, Kur’an-ı Kerimin mezkûr ayetlerinin müeyyidi, tefsiri ve izahı oldukları ma’lûmdur.

Bu hususta, ‘fiilî uygulama’ cihetiyle büyük bir ehemmiyeti haiz olan, hiçbir te’vile, hatta tefsire ma­hal bırakmayacak kadar bir sarahat arzeden ve ünlü ‘Hudeybiye muahedesi’ vesilesiyle vukua gelmiş bulunan ve tevatüren bizlere intikal eden tarihî iki olay vardır: a) Ebu Cendel olayı, b) Ebu Basir olayı.. Ki; birçok konuda olduğu gibi, konumuzla alakalı hu­susta da ‘kesin hükme medâr’ olan bu olayları ilgili kaynaklardan şu şekilde hülasa edebiliriz:

“Resülüllah Sallallahü aleyhi ve sellem efendi­miz, yaklaşık 1400 civarındaki Yüce Ashabıyla birlik­te Hicrî 6. yılda Mekke’ye ‘umre’ kastiyle hareket ederler. Fakat Mekkeli müşriklerin karşı koymaya kalkışmaları üzerine; Umre tavafının gelecek yıla te’hir edilmesine karar verilir. Bu vesile ile de (râcih kavle göre) 10 yıl süreyle geçerli olan meşhur ‘Hu­deybiye anlaşması’ imzalanır. Anlaşmanın bir mad­desinde ise; “Mekkeli bir erkek (müslüman biri de ol­sa),-Medine’ye (müslümanlara) sığınırsa; o, tekrar Mekkelilere (müşriklere) geri verilecektir. Fakat. Medine’den (müslümanlardan) bir kimse, Mek­ke’ye (müşriklere) sığınırsa; o kimse, Medinelilere (müslümanlara) geri verilmeyecek, iade edilmeyecektir.” hükmü bulunur…

Başta Hz. Ömer olarak, eshâbın büyük çoğunluğu tarafından “Sübhanellah! İslam camiasına iltica eden bir müslüman, müşriklere nasıl iade edilebi­lir?” denilerek, mezkur maddeye itirazlar edilir. Der­ken müşriklerin elinde esir (mahpus) olarak bir sürü işkencelere ma’ruz bırakılmış bulunan ve müşriklerin barış hey’etinin başkanlığını yapan Süheyl’in oğlu olan Ebu Cendel denen Müslüman, ayaklarındaki bukağılarla (zindandan kaçıp) seke seke ve nefes ne­fese kendisini müslümanların içerisine atar. Bunu gören Süheyl de, anlaşma henüz imzalanmadığı hal­de, tasarı halindeki mezkûr maddeye dayanarak Ebu Cendel’in derhal kendilerine iade edilmesini talep eder. Resülüllah (s.a.v) efendimizin direnmelerine ve ricalarına rağmen; Süheyl, Ebu Cendel’in iade edilmesinde ısrar eder. Eshabın tansiyonu ise, ol­dukça yükselmiş; bütün-nazarlar işin serencamına çevrilmiştir. Bu kadar kritik ve heyecanlı atmosfere rağmen, büyük şefkat ve merhamet timsali olan ve kâfirlere karşı ‘ta’viz’ vermesi aslâ mümkün olmayan Resülüllah (s.a.v) efendimiz de, İslamî siyaset ve maslahat gereği olarak Ebu Cendel’in iade edilmesini-bil’mecburiye-kabul etmiştir. Eshabın büyük itirazlarıyla birlikte, Ebu Cendel(r.a.)’in feryad-u fiğanları ve “Ey cemaat-i müslimin! Müslüman ola­rak size geldiğim halde, şimdi ben müşriklere ia­de mi olunuyorum? Benim uğradığım şu (acıklı) felaketi görmüyor musunuz?…” diye, bütün imanlı gönülleri yaralayan âh-u enînleri karşısında; Allah’-u Teala’nın Yüce Resülü (Ebû Cendel için yüreği en çok yanan, O olduğu halde..): “Ya Ebâ Cendel! sabret.. Allah’dan ümid-vâr ol!., diyerek, Ebû Cendel’i iade etmekten başka bir yol-ve çare bulamamışlardır.

Hz. Ömer’in bütün hayatı boyunca unutamâdığı; her tahattur ânında, kendini levmetmekten ala­madığı; “Sen, Allah’ın hak peygamberi değilmisin? Bizler hakk üzere, düşmanlarımız da bâtıl üzere bulunmuyorlar mı? Sen bize fetih’den bah­setmiştin, hani fetih (böyle mi olur.)?” şeklindeki, Ebû Cendelin iâde olunması ve aleyhde imiş gibi görünen maddelerin kabullenmesi yüzünden vâki olan itirâzlarına ve serzenişlerine karşı, Allah’ın yüce Resülü, şanlı Peygamber (s.a.v.); “Evet ben, muhakkak ki Allah’ın hak Peygamberiyim! ve ben, (Ebû Cendel’i iâde etmekle ve mezkur maddeleri ka­bullenmekle) Allah’a isyan etmiş değilim. Şübhe yok ki Allah, benim nâsırımdır-yardımcıdır ve fetih-zafer de yakındır!..” cevabını vererek, bir sürü sitemler-itirâzlar ve serzenişler arasında ‘İhram’dan çıkılıp’ Medine’ye avdet emrini vermişlerdir. Yüce Resül, böylece; kendinden sonra gelecek ve gerçek vâris olan imamlara-önderlere (İslamî devlet ve hükümetlere) çok önemli bir strâteji tesbiti dersi ver­mişlerdir. (74).

Ve…; İkinci olay: Yüce Resül (asm) ve Şanlı Eshab’ı (R.Anhüm), Hudeybiye’den Medine’ye âvdet ederler, derken… Müşrikler tarafından (Mekke’den) Ebû Bâsir adında bir Müslüman, firâr ederek Medi­ne’ye gelir; Allah’ın Resulüne ve Müslümanlara iltica eder. Mekkeli müşrikler de iki kişi göndererek Ebu Bâsir’in ‘Hudeybiye anlaşması gereği’ kendilerine iâ­de edilmesini Yüce Resül’den taleb ederler. Hz. Peygamber de, anlaşmaya riâyet ederek Ebû Bâsiri (% 100 öldürülme ihtimâli olduğu halde) onlara iade eder. Ebu Bâsir yol’da onlara bir hîle uygulayarak, kendi kılıçlarıyla birini vurup öldürür. Ölüm’den kurtu­lan diğeri ise, koşarak Medine’ye gelir ve Yüce peygamber’e (asm) Ebu Bâsirin durumunu anlatır. Bu arada Ebu Basir de elinde kılıç Mescide girer ve “Ya Resülüllah! Sen, va’dini yerine getirdin; beni on­lara iade ettin, sonra Allah beni onlardan kur­tardı”, der… Bunun üzerine, Resülüllah (s.’a.v.) efen­dimiz Ashab’a dönerek: “Şu anası helâk olası Ebu Basire hayret olunur. Bu adam, harb kışkırtıcısıdır. Eğer bunun fikrine yardım eden bu­lunsa (o, fırın karıştırır gibi) harbi ateşleyecek; ve böylece sulh-barış bozulacak’, buyurur. Resülüllah’ın bu sözlerinden kendisinin tekrar müşriklere iade edileceğini anlayan Ebu Basir, hemen huzur-u risaletten ayrılarak, Deniz Sahiline kadar firar edip “İs” denilen yerde karar kılar. Durumu öğrenen Ebu Cendel de, 70 Müslüman ile Mekke’den kaçıp Ebu Bâsir’in yanına gelir ve Mekke’lilerin kervanlarını teh­dit etmeye başlarlar… ilâahir… (75).

İşte; İslamî bir çok hükümlerin, bil’hassâ devletle­rarası (beyn-el-Milel) hukuk açısından birçok pren­siplerin istinbatına; insanî muaşeret, tebliğ ve ihtilâtların neticesinde istikbaldeki fütuhatların doğması­na vesile olan Hudeybiye anlaşmasında, konumuzla alakalı şu hususlar ehemmiyet arz etmektedir: 1) Müslümanların İmamı (İslam İnkılabı; devleti), gerekli gördüğü takdirde kâfirlerle anlaşmalar imzalayabi­lir. 2) İslam’ın siyaseti, maslahatı ve istikbali açısın­dan hayırlı gördüğü (ta’viz imiş gibi görülen) mad­deleri onaylayabilir. 3) İslam’ın varlığı, hükümleri­nin devamı; müslüman ferdlerin ve toplumların – özel ve maddî-hayatlarına tercih edilir. İslam, ferdler için feda edilmez; ferdler İslam için feda edilir. Bunu idrak edemeyecek kadar ‘sığ’ düşünen bir müslümanın bulunabileceğini, tasavvur-bile-etmek istemiyoruz.

Evet, gerçek Müslüman; İslâm için, İslâm’ın varlığının devamı ve hükümranlığı için canını ve tüm varlığını seve seve feda eden kişidir. Şahsi varlığını ve hayatını esâs alarak, onu İslâm’ın hayati­yetine ve hakimiyetine tercih eden kişi, zaten gerçek bir müslüman değildir., olamaz da!.. Onun için de, Resülüllah Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hu­deybiye Anlaşmasiyle; a-) Ebû Cendel’i göz göre göre İslâm’ın istikbaline feda etmiştir, b-) Ebu Basiri de aynı sâik ve düşünceyle kafirlere iade etmiştir, c-) Müşrikler’den yakasını (Allah’ın yardımıyla) kurta­ran Ebu Bâsiri, kezâ.. bir kez daha kafirlere teslim et­meğe niyet etmiştir. (Fakat, Ebu Bâsir firâr ile kurtul­muştur.). 4-) İslâm ümmetinin ‘imamı’ (İslâmî dev­let), anlaşmaya kesinkes riâyet eder; sağdan-soldan gelen, gelecek olan tüm (ne kadar samimi de ol­salar) itirazlara, tenkidlere ve kınamalara asla itibar etmez. Ancak, gelen itirazların yersizliğini izah etme­ye ve samimi müslümanları ikna etmeye çalışır; böylece samimi olanlar itmi’nân-ı kalbe ve kanaat-ı tamme‘ye kavuşmuş olurlar. Ondan sonra da, itiraz­ları na-tenkidlerine ve kınamalarına devâm edenler olursa; kesinkes onlar, ‘muslih’ rolüne bürünmüş ‘müfsidler’ olduklarını isbâtlamış olurlar. (Bakınız, Bakara: 10,11,12).

İşte; Daha önce gösterdiğimiz Kitab’ullah‘daki sarih hükümler ve burda ibraz ettiğimiz sünnetteki açık prensibler ve uygulamalar muvacehesinde İslam İnkılabı’nın Suriye ile akd ettiği anlaşmalara riayetkar bulunması, Hama’dan yana tavır koyma­ması İslami vecibe ve farizalar muktezasıdır. Buna rağmen, İslâm İnkılâbını hala (bu noktadan) tenkide, ithama ve levm’e devam edenler bulunursa; bunların bu tavırları ya, mürekkeb bir cehalete; veya ‘marazı’ bir ‘ihânete’ hami olunabilir, başka değil…

III-) İcmâ-i Ümmetten: Gayr-i Müslimlerle akd edilmiş olan muâhedelere-anlaşmalara riâyet edil­mesi, vefâdâr olunması,ğadr ve ihânet yapılmaması hususunda Kitab ve Sünnette kat’i kesin hükümler bulunduğu gibi; icma-i ümmet de dahi bu husus, Ki­tab ve Sünnetin paralelinde ve onları açıklayıcı mahi­yette bir kat’iyyet kazanmış; ahde vefa edilmesinin gerekliliği, ğadr ve ihanetin haramlığı üzerinde itti­fak edilmiştir. (Zâten, Kitab ve Sünnete aykırı bir icmâ’nın inkâdı tasavvur olunamaz!..) Bu hususu şu şekilde hülâsa edebiliriz: “…musâlâha süreli de olur, süresiz de olur. Bu, imam’ın re’yine bağlıdır. Musâlâha şartlarına riâyet şarttır. Gadr, asla caiz değildir. Ahd’e vefâ etmemek büyük tehdidi ve azabı gerektirir. Müslümanlar, değil anlaşma ha­inde bulundukları bir kavmin hukukuna, o kav­min eman verdiği (diğer) bir kavmin hukukuna bile tecavüz edemezler. Müsâlâha (anlaşma) karşılıksız olacağı gibi; bir şey almak veya ver­mek suretiyle (mal vs. karşılığında-mukabilinde) de olur. (Müslümanların gücü, durumu musâlâha’nın hükmünü; yapısını değiştirir. “Müsâlâha”da masla­hat, siyaset ve zaruret nazara alınır; ulul emr (İmam veya İslâmî devlet) nasıl uygun görürüse, öyle yapar…” ilââhir… (76)

(Devamı: Gelecek Sayıda)

DİPNOTLAR

30) Geçen konular için, ilgili kitapların, örneğin, Hama ah!; Suriye dosyası gibi kitabların alâkalı bölümlerine bakınız…
31) Suriye Dosyası, sah. 132, 133
32) Suriye Dosyası, sah. 134
33) Hama ah…, sah. 36, 41
34) Hama ah…, sah. 43, 54
35) Suriye Dosyası, sah. 133, 139, 142, 154
36) Sııriye Dosyası, sah. 134-138
37) Suriye Dosyası, sah. 155
38) Suriye Dosyası, sah. 155, 163, 175, 178, 225
39) Suriye Dosyası, sah. 169
40) Suriye Dosyası, sah. 169, 170 –
41) Suriye Dosyası, sah. 170, (242-244- H.Algar’ın notu.)
42) Suriye Dosyası, sah. (243-H.AIgar’ın notu.)
43) Hama Ah… sah. 55-165 (Katliam günlüğü)
44) Hama Ah… sah. 156, 157, 185, vd…
45) Suriye Dosyası, sah. (243-H.A1gar’ın notu,)
46) Suriye Dosyası, sah. 154, 155, 156, 160
47) Bu tiplerin bazıları, birara; partisiz hareketin havarî¬liğini yaparken, bir ara partizanlık havariliği ve parti liderine “biât” dâiliğini yapacak kadar bir istikrarsızlık-tutarsızlık; yeni zamların kitablara yansıtılması- yansıtılmaması husu¬sundaki suâle karşı; (kendisi yayıncı olduğundan olsa ge¬rek) ‘yayınevleri yansıtabilir, kitabevleri ise yansıtamaz” di¬yecek kadar ve daha pek çok komiklik ve cehâlet örneğini sergilemektedir. Bazıları ise; çanak yalayıcılığı yaptıkları Suudî-Amerikan yönetimini ‘İslamîlikle; bazıları ise, Mişel Eflâk’ın karargâh kurduğu Saddam rejimini ehl-i sünnet vel-cemâât diye, nitelendirecek kadar bir inhiraf örneğini arzetmektedirler. llh.,
48) Yaklaşık anlamlarla, bakınız: Bakara (2): 41,174; Mâide (5): 44; Nahl suresi, ayet: 95; Al-i l’mrân (3): 77,187, 199; Tevbe (9): 9 ilââhir…
49) Bakara (2): 42
50) Al-i l’mrân (3):-185; Bakınız, yaklaşık mâ’nâ ile: Tev¬be (9): 38; Yûnus (10): 23; Kasâs (28): 60, 61; Hadid (57): 20; Nisa (4): 77; Ra’d (13): 26; Mü’min (40): 39; llh….
51) Bakara (2): 159; yaklaşık, Ai-i Imran (3): 187; llh…
52) Buhari (Tecrid: 1/98; (Arapçası): Kitab’ul-ilim/34); Buhari (M.Vehbi): 1/79; Müslim: Tercüme) 10/662, 664) (Arapçası): K.llim/13; Riyâz’us-Sâlihin(Tercüme): 1389. had.; Ibn-i Mâce (Arapça): Mukaddime/26; (Türkçesi): 1/(Mukaddime) sah. 81, 82; Terğib ve Terhib: 1/164-191; Tirmizi (Arapça): İlim/5; (Tercüme): 4/401; ve Müsned-i İbn- i Hanbel: 2/162,190 gibi kaynaklarda rivâyet edilen “…(Ahir zamanda, gerçek) bir alim kalmayınca halk, câhilleri (kendilerine ilim ve fetvâ sorma yönünden) baş (öncü) edi¬nirler. (Dinî mes’eleler) o câhillere sorulur, (onlar da) ilimsiz olarak hemen fetvâ verirler (verdikleri bu yalan-yanlış fetvâlarla, böylece) hem kendileri sapıtır (hem de, soran¬ları doğru yoldan çıkartıp) saptırırlar.” hadislerine ve ben¬zerlerine işâret.
53) Ömer Faruk Abdullah kardeşimizin ‘Suriye Dosyası’ sayfa 226-238’lerde (Hudeybiye’ye benzer bir mantıkla) İslam Inkılabı’nın Suriye ile anlaşmalı durumundan dolayı biraz aşırı olan sitemlerinin fazla olan dozajını, Sayın Hamid Algar ilâve ettiği ve düştüğü dipnotlarla asgari düzeye indirmeye çalışmıştır.
54) İmam-ı Ali, İmam-ı Hasan- İmam-ı Hüseyin ve diğer ehl-i beyt İmamlarından (Allahın selâmı üzerlerine olsun…) bahsetmeyi ve Onların en yüce ve en şerefli yolu olan mübarek nebevî yollarında bulunmayı, sünnet dışı- sünnîlik harici (Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’ın ğayrisi) diye nitelendirecek kadar bir cehâlet veya gaflet bataklığına ğark olmuş; “Aşûrâ-Kerbelâ” gibi.. Yüce İslam Peygamberinin Yüce Neslinin, fecereler tarafından tamamen yok edilmek istenmesi fecââtına karşı gözlerini-kulaklarını kapatmayı, Yezîd’in ve avânelerinin fahrî avukatlığını yap¬mayı (hâşâ) Sünnîlik (?) kabul edecek kadar basitleşen bir zihniyetin çoğunluğu teşkil ettiği -maalesef- bahtsızlığını yaşıyoruz…
Hz.Ebu Hânife’nin; İmam-ı Zeyd, İmam-ı İbrahim, İmam-ı Muhammed (Nefs’üs-Zeki Bin-i Abdullah) (Allah-u Teala hepsinden razı olsun) gibi mübârek sımalarına ‘biât’ edecek, Emevîlere karşı kıyamlarını, Resülüllah (s.a.v.)’ın Bedir’deki Ebu Cehil ve adamlarına karşı kıyamlarına ben¬zetecek kadar ihtiram duyduğu; İmam-ı Mâlik’in de kıyâmlarının kudsiyetine ve biât edilmesine fetvâ ver¬diği; İmam-ı Şafiî’nin aşırı? muhabbeti ve delil kabul edişi yüzünden şiî, hatta rafızî(?) diye damgalandığı ve bunun için de meşhur “eğer, Âl-i Muhammedi (ehl-i beyti) sev-mem rafızîlikse, iki cihân şâhid olsun ki; ben râfızîyim” dediği (Bakınız: M.Ebu Zehrâ-lslâm’da Fıkhî Mezhebler Tarihi, sah. 266, 366, 388, 399; Ebu Hânife-Sah. 37,38,46, 193; Prof. Subhî es-Sâlih-lslâm Mezhebleri ve Müesseleri: Sah. 94, 95; İbn-i Kesir-El’Bidâye ve’n-Nihâye: 10/84 vs…) ehl-i beyt-i Resülüllah(s.a.v.)’ın yüce yoluna karşı ger¬çek müslümanlar aslâ lâkayd kalmamalı (mezhebsizlik ile mezhebi din edinme marazına kapılmadan) o yüce nesli kendileri için rehber ittihâz edinmelidir…
Bahusus; Ahzâb: 33 ile Şûra: 23 ayetlerinde belirtilmiş bulunan ‘tathir’ (günahlardan temizlenmiş) ve meveddet (sevgi beslenilmesinin) beyan buyurulduğu (lakin, mezheb taassubuna kapılmışlar tarafından tersyüz edilmek iste-nen) Ehl-i Beyt’in konuyla ilgili pozisyonları, mezkur ayetle¬rin tefsirlerinde geçen hadislere ve asıl hadis kaynaklarına bakılınca; ‘ayetlerin, hadisle tefsir edilmesi” usûlü göz önüne alınıp, kişilerin özel görüşleri -tefsir- te’vil ve tahrif gibi durumları da hesaba katılarak temelden mese¬leler ele alınınca, (durum) daha iyi anlaşılmış olur. Bunun için; İbn-i Kesir: 12/6521-6522; 13/7097-7200; Mecmâu’t- Tefasir (Tefsir-i Hazin ve Beyzâvî): 5/115, 116; I. Sûyutî- ‘Dürr’ül-Mensur 5/198; lbn-i Hacer-i Heytemi-Mecmâu’z- zevâid: (cüz:) 9/121, 169,199; I. Tahâvî-Müşkil’ul-Asâr: (Cüz): 1/338; Müslim: 10/278; Tirmizi: 5/322; 6/314; Ve, Tefsir-i Râzi ile “Keşşâf” tefsirin ilgili -mezkûr- ayetlerin tef¬sirlerine bakınız… Ayrıca “Ehl-i Beytim, Nuh’un gemisine benzer; Ona dahil olan kurtulur, girmeyen boğulur” (Kenz’ul-Ummal: 6/216; Mecmâu’z-zevâid: 6/ÎB8; Hil- ye’tü’l-Evliya: 4/306; “Ehl-i Beytin (imam-ı Ali, İmam-ı Ha¬san, İmam-ı Hüseyin…’in) hakkı temsil ettiği, onları sev¬menin imanın; onlara buğzun ise küfür ve nifak’ın ala¬meti olduğu ve velayet hakkının onlarda olduğu…” (Tir¬mizi: 266-282, 304-315; Müslim: 10/243-255, 274-278; ve diğer hadis kitaplarının ‘menakib’ bablarında geçen bu tür hadisler ehl-i beyt’e bağlılığın ehemmiyetini göstermekte¬dir.;
Hele; İbn-i Hanbel: 3/17; Tirmizi: 315; Hakim: 3/14; Feyz’ül-Kadir: 3/14; vs. de nakledilen şu hadis: “Ben size baha bilçilmez iki emanet bırakıyorum. Biri Allah’ın ki¬tabı, diğeri ise, ehl-i beytim… bunlar (Kur’an-ı Kerim ve
Ehl-i Beytim) Hiç bir zaman birbirinden ayrılmazlar; (taa..,) kıyamet günü havuz başında birlikte bana gelinceye kadar. Eğer onlara bağlı kalırsanız, hiçbir va¬kit yolunuzu şaşırmazsınız.” ve daha niceleri…; Ehli¬beyt yolunun, “mutlak necat yolu olan resûlüllah’ın (dolayısıyla Eshabın ve Kur’anın) yolu olduğunu kesinkes ortaya koymaktadır. Ki, işte; İslam inkılabının; yolu budur!..

55) “Ey iman edenler ! … Siz’den olan ulul-Emr’e (imama) İtâât edin!” (Nisa (4):’ : 59 (Müslim: 8/706); Ve Ali-imran : 152’de İtaat halinde zaferin; aksi halde hazimetin olacağı, “Uhud” harbi örneğiyle ders verilmektedir. (Tecrid:8/ 397; Zübde: 508) örnek; “Hudeybiye” ile de bil-fiil isbatlanmıştır. Ki, itirazlara rağmen İmama (Resülüllah’a) İtaat ve emirlerini mutbaat – muvafakat edilmesi ile (Zahiren, taviz ve hezimet zannedildiği halde) neticesi büyük zaferler ve fetihler husule getirmiş; fetih suresi ile de bu husus tescil edilmiştir. (8/586- 592; İbn-i Esir- Kâmil Fit- Tarih: 2/191, 192 Siyret-i İbn-i Hişam (Tere.): 3/434- 452; Asr-ı Saadet (M. Şibli) 1/305- 311; 5a İslam Tarihi (A. Koksal – medine devri): 6/195- 240
56) Bakara Suresi, 2): 193’e bakınız…
57) “Kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiş ve her kim ki bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Ve kim emir’e (ulul’emr’e itaat ederse bana itaat etmiş; kim de emr’e (imama) isyan ederse bana isyan etmiş olur” (Nisa suresi, ayet: 80’e telmih-işaret) Müslim: 8/706 Buharı – Zübde: 498; Tecrid :8/349: ¡.Hanbel 2/244;” Müslüman bir kimseye sevdiği ve sevmediği (her) hususta (İmamı- ulul’emr’i) dinleyip itaat etmek gerekir. Meğerki kendisine ma’siyet emredile…( o zaman ) dinlemek ve itaat olmaz…” gibi… daha bir çok hadis-i.şerifleriyle Yüce Peygamberimiz efendimiz (a.s.m.) islami otorite olan İma¬ma ( Devlet-i Islamiye’ye ) itaati emretmekte, anarşiyi ifade eden başıboşluktan da nehyetmektedir. Mezkur vb. hadisler için bakınız: Buhari (tecrid): 8/384 vd.: 12/292; Zübde 1049 vd. 1056; (Arapça): Ahkâm/1,4; Cihad/109; Müslim (Tere.): 8/708- 718; 9/12,13,18 vd. .(Arapça): İmare/32,33- 56; ibn-i Mace (Tere.): 8/21,22;Ebû Davud (Tere.): 3/349 vd.; Müsned-i İbn-i Hanbel: 1/273, 297, 310; 310; 2/244, 253, 313, 342, 386, 416, 417, 511, vs…
58) Bir imama biat edildikten sonra, başka biri gelir onunla çekişirse o ( sonradan) gelenin boynunu! (Müslim (Tere.) 9/9, (Arapça):İmare /46; Taç: 3/85 İbn-i Mâce (Tere.): 10/168, (Arapça): Fiten: 9;” İki halifeye (ima- ma)Biat edilirse, onlardan (sonradan çıkan) ikinciyi öldürün! “Müslim (Tarc.): 9/25, (Arapça): lmâre/61; Neseî (Tere.): 7-8/211, 212,( Arapça): Biy’at/25 ilâahir. Hâdis-i şerifleri ışığı altında, İslam Uleması da ” İki Halife’nin (tam müstakil İslâmî iki devletin ) Bir zamanda bulunamaya¬cağını; İslâm diyarı ne kadar genişlesin iki ayrı halifeye biât’ın câiz olmadığını ve bir imam varken (haberleri ol¬sun, olmasın) ikinci bir imamın biat istemesinin, halkın da ona biat etmesinin haram olduğunu (olsa olsa federe-eyalet devlet tipinin caiz olup, yinede) tek halife’ye tabi olunmasının gerekliliğini” ifade etmişlerdir: Müslim (Tere.) :9/6, 7,25; ibn-i Mâce (Tere.): 8/22, 23; Ahkâm’us Sultaniyye: 10,11; İslâm’da Devlet İdaresi: 138-149; İslâm Peygamberi: 1/460- 462; Mukaddime: 1/550: Bu cümleden olarak Bediüzzaman Said-i Nursi (R.A.) Hz.leri istikbâlde ” Cemâhir-i müttefika-i Amerika “(Birleşik Amerika Cum- huriyetleri) tipi Cemahir-i Müttehide-i İslamiyye’nin (İslâm Cumhuriyetleri Birliğinin) kurulacağı ümidlerini, çok önce¬lerden dile getirmişlerdir. (Hutbe-i Şamiyye, sah. 26- El yaz¬ma) merhum İmam Humeyni (Rıdvanullahi Aleyhi )de konu¬ya dikkat çekmiştir. (Vasiytname: 110-113).
59) H. lslâmiye ve I. Fıkhiyye Kamusu: 3/ 358 vd., 387, 390, 411 vd.; Ahkâm-ı Sultaniye: 18,19, 20; Islamda Devlet İdaresi: 145-147; El- Bidayet’ül.MüçtehL : 1/ 582, 583; İslâm’da Hükümet: 429- 449, 495- 500; El-Hidaye: 1/678- 670; Fıkh’ıs Sîre:; 370 Risale- Hamidiye: 448-450;…
60) Adnan Sadeddin’in ise El- Muctema’ya verdiği be¬yanat için bakınız; Dünya Müslümanlarından sesler”: 1/15- 16
61) Adnan Sadeddin ise Mişel Eflak’ın tercih ettiği Irak Baas Rejimi’nin yöneticilerin ‘Dindar ve İnançlı İnsan- lar’ olduklarını savunmaktadır.
62) Bakınız; Mâide (5) 1; Bakar (2): 177; Al-i -Imran (3): 76, 77 Enfal (8): 56- 62, 72; Tevbe (9): 4,7,12; Ra’d (13): 20, 25; Nahl (16): 91, 92; Isra (17) 34; Mü’minun (23): 8; Mümta- hine (60): 8, 9;
63) Resülüllah Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimizin Medine’ye Hicret etmelerinden sonra Yahudilerle; Hicre¬tin 6. yılında ise de Mekkeli Müşriklerle (Hudeybiye diye meşhur) anlaşmalar yaptığı tevatürle bilinmektedir. Örnek için, bakınız; Buhari Zübde: 449, 457- 463; (Tecrid): 8/120, 153- 184 449-477;. 10/240-249; Müslim (A.Davudoğlu): 8/581-592; Hayat’us- Sahabe (H. Müslümanlık): 1/153- 156; Siyer-i Kebir İmam-ı Muhammed): 1/148; İbn-i Esir: 2/190,191; İslam Tarihi (A. Koksal): 1/137-,142, 6/195-240; Tarih-İ Taberi (Tere.): 2/443; Asr-ı Saadet: 1/21’4, 305-311 vd. Sîret-i lbn- 1 Hişam (Tere.) : 2/172-176; 3/434-452; Kısas-ı Enbiya: 1/173-175; lih…
64) El-Bidaye’tül – Müçtehid ve Nihayet’ül Muktesid (Tere.): 1/582, 583 (Arapça): 1/313, 314k; Hukuk-u lslamiy- ye ve Istaiâhat-ı Fıkhîyye Kamusu: 3/358- 3.61, 387- 411; İslâm Hukukunda Dike Kavramı: 34-49; El- Bedaiû’s – Sanâi :7/109; El- Mebsut (Çağrı yay.): 10/89; İslâm’da Devlet ldâresi: 137- 258; EJ-Hidâye: 1/678-680; Fıkh’is Siere: 227,228,321,343; vs…
65) Sîret-i İbn-i Hişam: 2/172; İslam Tarihi (A.Köksal): 1/137-142; İslam Peygamberi: 1/136- 153; Asr-ı Saadet: 1/213,214;
66) İslam Peygamberi: 1/144-153 İslam’da Devlet İda¬resi: 406; Muğnil- Muhtaç: 4/221; Fıkh’is Sîre: 252, 253, 339, 409; İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri: 38-45; Ilaahir…
67) Değişik yönlerden bakınız; Ali- İmran suresi, ayet:28; Nisa Suresi, ayet: 98; Nahi suresi, ayet: 106;
Mümtahine suresi, ayet: 8,9; Ayrıca konuyla alâkalı olarak bakınız ; El-Bedâi: 7/109, 175-190; Gursr ve Durer:4/18- 26; Tefsir-t Razı: 8/190 mecmâ’ut- Tefasir( Hazin- Beyzâvî Neseî): 1/408; İbn-i Kesir: 3/1209 ; Üsdül- Gâbe’den nak¬len, İman -Küfür Sınırı: 144 vd; Müslim 8/466; Zübde; 507 Tecrid: 8
68) ibn-i Kesir (Tere.): 7/3390 (Arapça) 4/40: Benzer ibâre için bakınız; Hak Dini Kur’an Dili: 4/2437; Meemâ’ut- Tefasir (Hazin – Beyzâvî – Nesefi): 3/74;
69) Fî- Zılâl’il -Kur’an (Tere.): 7/71-79, 98-102
70) Siyer-i Kebir: 1 /148; El- Hidaye: 1/678; ibn-i Hanbe!: 3/129, 183 4/421, 424; Buhari- Zübde: 532: Tecrid: 8/477; Müslim: 8/461-465,592, llh…
71) Buhârî (Tecrid): 1/44, 45 (Arapça): lman/24; Maza- lim:7; Müslüm (Tere.): 1/311 (Arapça): İman/106; Ebu Da- vud (Arapça): Sünnet/15: Tirmizi (Tere.): 4/386,387 (Arap¬ça): İman: 14; Neseî (Tere.): 7-8/572 (Arapça): 20; Müsnedi Ahmed Hanbel:2/189, 198: Riyaz’us – Salihin (Tere.) 687. ve 688 no’lu hadisler…
72) Yaklaşık anlamlar için, bakınız: Buhâri (K.Sitte seri- si-Arapça): Cizye /5,8,12,13; Cihad/102,174; Tecrid: 8/464; Zübde: 527; Ebu Davud (K.Sitte serisi): K.Et’ime: 32; K. cihad/162,163-168; Müslim Tere.): 8/461-465; Buluğ’ul- Meram (S.Yolları): 4/101-152; Darimi (Arapça): Siyer/61; Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel: 1/262,263,278; 7129, 183; 4/421, 424; ve şâir…
73) Sünen-i Beyhaki: 9/230-231; vs….
74) Lâtif bir nükte-i tevafuk: Hz. Ömer’in bu samimi, fa¬kat sonu nedamet-âlûd itirazlarına benzer bir tenkid ve iti¬razı bu zamanda İslam İnkılabına yönelten (Suriye Dos¬yası sah. 226-238) (Hz. Ömer’in adaşı olan) Ömer Faruk Abdullah kardeşimiz ve benzerleri de Hudeybiye’nin neti¬cesine benzer bir fetih ve zafere şahid olacak (ve oluyor da…), (samimi olanlar), bu tenkidlerinden dolayı (yine sami¬miyetle) nadim olacaklardır, inşaallah…
75) Bakınız, Buhari Zubde: 449 vd. 1457-463; (Tecrid): 8/143-190; 10/240-254, (Arapça): Müslim (Tere.) 8/586- 592; Siyer-i İbn-i Hişam (Tere.): 7434-452; İslam Tarihi (A.Köksal): 6/195-240; Kısas-ı Enbiya: 1/173-175; lbn’ul- Esir-El’Kâmil Fit’-Tarih (Tere.): 2/190,191; Hayat’us-Saha- be (H.Müslümanlık): T/153-156; Asr-ı S,aadet, 1/305-311 vd.; Kitab’ut-Haraç (I.Ebu Yusuf) : 312-316; İslam Pey¬gamberi: 1/177-186; Mecmâ-ut’-tefasir (Hazin): 6/23-28; İbn-i Kesir (Arapça): 7/327-341; (Tere.): 13/77323- 3780;…
76) Hukuk-u islamiyy’e ve lstılahat-ı Fıkhiyye Kamusa:- 3/386-389; El-Hidâye (Tere.): 1/678- 680 (Arapça): 2/103; El-lsabe: 4/24; Bidayet’ül-Müştehid ve Nihayet’ül-Muktesid (Tere.): 1/313, (Arapça): 1/582-583; Isiam Hukukunda Ülke Kavramı: 34-49; Gurer ve Durer (Tere.): 2/10,11; Hak Dini Kur’an Dili: 7/4905; Kitab’ul.-Emvâi (Tere.): 193-216; İslâm’da Devlet İdaresi: 95-97, 400-420; Tefsir-i İbn-i Kesir (Tere.): 3/689; 4/1781; 7/3390; 8/42*34-4237; 9/4569-4574, 4732;’10/5548; Fi Zilal’il-kur’an (Terc.)O 1/334; 3/386-388;. 7/71-79, 98-102,160-190 _8/540-545; 9/237-240; 10/304;

* NOT: Bu yazı DAVET Dergisi’nin Nisan 90 sayısında yayınlanmış olan  Hama Olayı ve İran İslam İnkılabı başlıklı yazıdır.

Başa dön tuşu
Bugün 11 Şubat 2025 (23) içerik yüklenmiştir.