İnsanın Enfüsi(İç) Alemindeki Hicreti – Hizbullah HAKVERDİ
İşte; bir insanın kendi ruhî ve manevî âlemindeki ‘zıt unsurların ve cereyanların’ muhalefeti ve çatışmasıyla birlikte, irâdesini ‘hak’tan yana koyarak, ‘batıl’ çizgilerden (fikir, amel, niyet ve temâyül olarak) sıyrılmaya başlaması; Allah’ın nehy ettiği münkerâttan koparak ayrılması ve hak cephe’yi teşkil ve te’kid için ilk adım atması, kâinatın bir misâl-i musağğârı olan kendi âleminde bedeni, kavlî, kalbî (fikrî) yönlerin hepsinde İslâmî hicretini gerçekleştirmiş, demektir. Bir insanın âlemindeki bu iki zıt hat, çizgi, mahal ve fonksiyonların birini, (batıl cepheyi) ‘dâr’ül-harb’ olan Mekke’ye; diğerini, (hak cepheyi) de, İslâm’ın yaşanabilir beldesi ve ‘dâr’ül eman’ olan Habeşistan’a veya İslâm’ın mutlak ‘Cihanşümul Hâkimiyeti’nin merkezi’ olma aşamasına gelen ve ‘dâr’ül-İslâm’ niteliğine gelecek olan Medine’ye (Yesrib’e) kıyas edip benzetebiliriz. İnsan bedenindeki ve manevî âlemindeki bu mücâdelede, hicret neticesinde güçlenen hak cephesinin, bâtıl cepheyi hezimete uğratması ve hâkimiyeti ele geçirmesi, hicret sonrası Mekke’nin fethini -adetâ- sembolize etmektedir…
Bu mukaddes davanın bu ‘enfüsi’ âlemdeki savaşı, yukarıda geçen ve daha da değinemediğimiz sayısız ayetlerle ‘takdir’ edilmiş; fâilleri Allah-u Teâlâ tarafından övülmüştür. Nefisle ve nefsin ‘mihver’ olduğu ‘şer cephesiyle yapılan ‘cihad’ın azametine şu hadis-i şerifler de işâret etmektedir: “Âsıl mücahid, Allah’a itaat uğrunda nefsi ile cihad edendir.”[1]; “Mücâhidlerin en üstünü, Allah’ın emirlerini yerine getirmekte ve haram kıldığı şeyleri bırakmak hususunda kendi nefsiyle savaşan ve onu mağlub eden kimsedir.”[2]; “Cihâdların en faziletlisi, Allah Azze ve Celle’nin rızasını kazanmak için nefsi ile mücahede ve mücadele edenin cihâdıdır.”[3]; “Asıl kahraman, başkalarını yenen değil, ancak kendi öfkelendiği zaman, nefsinin öfkesini (ğadabını) yenendir.”[4]; (tebük savaşı dönüşü Efendimiz buyurdular:) “Küçük cihâd’dan, büyük cihâda (nefisle cihâda) döndük.”[5]…
[1] İhyâ’u Ulum’id-Din: 3/150; Tirmizi:3/182
[2] Cami’us-Sağir: 2/15
[3] Taberâni’den, Muhtar’ül-Ehadis’ün-Nebeviyye:26
[4] Z. Buhari: 965; Tecrid-i Sarih: 12/148; Büluğ’ul-Meram:4/381; Edeb’ül-Müfred (Buhari-Ahlâk Hadisleri): 1/170, 171; M.Ehâdis:48, 125; C.Sağir: 2/279
[5] Beyhâki’den İhyâ’u Ulum’id-din:3/18, 150; Büluğ’ul-Meram (Selâmet Yolları): 4/88; Deylemi’den, Ramuz el-Ehâdis: 481; Vesail; 11/122; Aliyy’ül-Kari’nin Mevzuatına (R maddesinde) aldığı bu hadis-i şerif hakkında, bir kısım münekkidlerin indî ve sübjektif tenkidleri, kendi usullerine göre Cerh ve Ta’lilleri, ümmeti bağlayıcı bir hüküm olamaz. Bir kısım Ehl-i Sünnet kaynaklarının kaydettiği, sıhhatine kani olduğu; İmam-ı Gazali, Bağavî, Suyutî, Beyhakî vs. zevâtın itibar ettiği bu hadisin ahkâmla alakalı olmayışı ve yazımızın içerisinde geçen vesair bir kısım ayet ve hadislerle de anlam birliğinde oluşu nazar-ı itibâra alınınca bu hadisin, kolaycı ve karalayıcı sathî bir mantıkla reddedilmesi tecviz, edilemez. Üstelik, Ehl-i Beyt kanalıyla gelen rivâyetlerde, mezkur hâdisin kuvvetli ve sıhhatli olarak kabul edilmesi, meselenin diğer önemli cephesini teşkil etmektedir.
Not: Bu yazı Hizbullah HAKVERDİ’nin Fert’ten Cemâât’e, Cemâât’ten Devlet’e Geçişin İlk Adımı HİCRET isimli kitabından iktibas edilmiştir.