İslâm açısından Da’vetin ve Tebliğâtın Önemi ve Hedefleri

Hizbullah Hakverdi’nin, İştirak ettiği” 1989 yılı Uluslararası “İslâmî Düşünceler Kongresi” ne sunduğu “İki Tebliğ” den -şimdilik- birisinin metnini veriyoruz:
İSLÂM AÇISINDAN DA’VETİN VE TEBLİĞÂTIN (KISACA) ÖNEMİ VE HEDEFLERİ
Bismilllahirrahmanirrahim.
Hâlık-ı arz ve Semâvât olan Yüce Rabbimize’e (C.C) nihâyetsiz hamd-ü senâlarımızı; Yüce Resûle (ASM) ve kardeşleri olan Enbiya’ya (AS), tâhir Ehl-i Beytine, pâk Ezvâcına, hayırlı Eshâbına, sadık izleyicilerine, asrımızın İmamına ve Hizbullah ordusuna sayısız salât ve selâmlarımızı sunar, hepinizi hürmetle ve muhabbetle selâmlarım…
Bilindiği gibi, İslâm, fıtrât-ı insaniyeyi terennüm eden dini İlâhi’nin ünvânıdır. Onun için insan fıtrâtı, İslâm’ın muhatab alanıdır. İnsan ise; maddî ve manevî muhtelif his ve uzuvlarla mücehhez olduğundan dolayı komple, çok yönlü bir varlıktır. Bütün kâinatın bir misal-i musağğarı mahiyetinde olan insan, kendi fıtratı olan İslâm üzere yaratılmış, lâkin değişik dâhilî ve haricî faktörler tarafından bu ilahi fıtrattan, yani İslâm’dan çıkarılması için, hedef alınmıştır.
Bünyesindeki dâhilî-enfûsî za’fiyetlerin etkisiyle büyük sapmalara, yani “Sırat-ı Müstakim” olan İslâm’dan çıkmalara maruz kalan insanın tebliğ’e ve irşâda, yani üzerine yaratıldığı fıtrâta davet edilmeye ihtiyacı vardır. İşte bu ihtiyaçtandır ki, Hallâk-ı Alem olan Allah-u Teâlâ, Resûl ve Nebilerden Mübelliğler göndermiştir.
İşte; bu İlâhî görevi üstlenerek gelen peygamberler, bâhusus son Nebi Yüce Resûlullah (sav) efendimiz, insanları sürekli tebliğlerle eğitmiş, yontmuş ve aslî hüviyetine, yani gerçek insanlığına kavuşturmuştur. Zaten, tebliğ-i Şeriât, Peygamberlerin -ma’lum- beş sıfatlarından biridir. Tebliğ sâyesindedir ki insanlar, gerçek insanlıklarını idrak edebilmiş; fıtrî (İslâmî) karakterlerini koruyabilmişlerdir, tebliğ ve da’vet ile; insanlar vahşetten, dehşetten, dalâletten kurtulmuş, gerçek huzura, nura ve saadete kavuşmuştur.
Bütün peygamberlerin tarihi-siyeri iyice tetkik edilirse, görülecektir ki; Tevhidî çizgiden çıkmış insan topluluklarını o yüce peygamberler ancak tebliğ ile ıslah etmiş, fıtrât dini olan İslâm dinine sokabilmiştir, böylece, yani; tebliğle, istikametten çıkmış: nefis, hevâ, heves ve İblis’in tuzağına düşmüş insan toplumu yeni baştan Tevhîdi bir ta’lim, tedrîs ve eğitimle ideal bir toplum seviyesine ulaşmıştır.
Bütün daî’ler ve tebliğciler bu uğurda ezâ, cefâ ve işkencelere giriftâr olmuş; ama İlâhî mesâjı insanlara ulaştırmaktan ve “İslâmî bir toplum” oluşturmaktan asla geri kalmamışlardır. İslâm’ın gerçek ve cihan-şümul tebligatı adeta; “Fıtrat Tezğâhı” hâline gelmiş, Hak cephesinin mensuplarını ve Hizbullah ordusunu vücuda getirmiştir…
Bu İlâhî tebliğ olmamış olsaydı; Şeytan’ın, şeytanî güçlerin, nefis, hevâ, heves ve şehevî hislerin galebe çalmasıyla, insanlık istikameti şaşıracak, cehennemî uçurumlara yuvarlanacaktı… Çünkü o zaman imanla küfür, hidâyet dalâlet, nurla zulûmât, hakla bâtıl, adâletle zulüm karışacak; bir vahşetgâh haline gelecek olan bu sahrayı dünyada insanlık boğulup gidecek ve böyle bir insanlık, hayattan gerçek zevk ve lezzeti alamayacak, hayat kendisi için bir zehir haline gelecek, hatta hayvanlığa gıbta edecekti…
Böyle bir toplumda, hakkın ve adaletin ikamesi mümkün olmadığı gibi; fırsat kollayan şeytanî güçlerin mutlak hâkimiyeti müşâhede edilecek; insanlık, Allah’a kulluktan çıkarılıp kullara ve değişik isim ve rol’deki put ve tağutlara kul haline getirilmiş olacaktır.
Tebliğ bu derece önemli olduğu için, Allah’u Teâlâ, Peygamberlerini “Ancak Tebliğ” amacıyla gönderdiğini Kitab-ı Kerim’inde beyan buyurmuş; İ’lâm, inzâr, ta’lim ve tebşirlerle insanların fıtrat çizgisine çekilmesini ve bu hususta çaba sarf edilmesini emretmiştir. Böylece; tebliğ neticesinde oluşacak “Ümmet” ve Hizbullahi Cemaat, Allah’ın dininin yeryüzünün tümüne hakim kılınması görevini üstlenmiş olacaktır. Şu halde; Tebliğ, fıtrat dinini (İslâm’ı) ferdî ve içtimâî hayata hakim kılınmasını istihdâf etmiş olmaktadır. Fikrî-kültürel ınkılâb da diyebileceğimiz tebliğ, nihayet fiilî “Cihan-şümul bir İslâm İnkılabı”nı netice verecektir. Evet; mutlak Adaletin ve Hakkın yeryüzüne hakimiyetini ifade eden bir İlâhî ınkılab, ancak Tebliğ sayesinde gerçekleşebilir. Ve; gerçekleşmiştir…
Çünkü; İslâmî tebliğ ile Hak (İslâm-Kur’an) müşahhaş bir güç ve kudret, İslâmî bir devlet ve hükümet hüviyetine getirilince; işte o zaman Bâtıl tamamen yok olup gidecek, gerçek İlâhî Adalet tahakkuk edecektir. Aksi taktirde, batılın zevâl bulması mümkün değildir. İslâmî tebliğ, Asr-ı Saadette ve günümüz İslâm İnkılâbı bölgesinde, nihâi hedef olan Rıza-i İlâhî’nin vesîlesi durumunda olan İslâmî Devlet ve hükümeti netice verdiği için, o mekân ve zamanlarda bâtıl tamamen zâil olmuş; tebliğ’in “Devlet-Hükümet” haline gelmediği bölgelerde (tarihin tüm devirlerinde ve günümüzde) ise, Bâtıl zâil olmamış, hatta hâkimiyetinden idârî, mülkî ve fiilî bir şey kaybetmemiştir…
“De ki: Hak geldi, Batıl yok olup gitti; şüphe yok ki bâtıl zaten yok olup gider.”(İsrâ Suresi:81)Ayet-i Kerime’sini, bundan (İslâmî Hükümet’ten) tecrid edilmiş halde ele alırsak, göreceğiz ki Hak olan Kur’an, lafzî olarak yeryüzünün tümünde mevcut olduğu halde, o bölgelerde bâtıl’lar siyasî, idarî, içtimaî, iktisadî, hukukî vs.. hususlarda yok olup gitmemiş, üstelik İnsanlar ve Müslümanlar üzerine hakimiyet ve otorite kurmuştur. Ve yine: İsrâ Suresi 82. ayetinde “Kur’an’ın mü’minler için şifâ ve zalimlere de Hüsran arttırıcı” olduğu belirtildiği halde; İslâmî hükümetin bulunmadığı bol bol Kur’an okuyan insanlar, hâlâ (kalbî, ruhî, ma’nevî) hasta olarak yaşamakta, bu hususlarda Kur’an-ı Kerim onlara şifa olmamaktadır.
İşte; bu konuyu mezkur ayetlerden önceki ayet (İsra:80) açıklığa kavuşturmaktadır. Zira: “Ve, de ki: Ya Rabbi! Beni gireceğim yere gerçek olarak girdir; çıkacağım yerden gerçek olarak çıkar ve katından bana Yardımcı bir Kudret ver.” Ayetinde geçen “Sultanen Nasirâ” cümlesini müfessirler ve lügatçiler, özellikle firuzâbâdî “kuvvet, kudret” yani devlet ve hükümet anlamına geldiğini söylemişlerdir. Zaten ayetin, siyaki olan “Bâtıl’ın” zâil olması ve “Kur’an’ın mü’minler için şifâ olması ve zalimlerin hüsranlarını arttırması” da bunu göstermekte; İslâm tarihi ve günümüz İslâm âleminin manzarası ve müslümanların durumu da konuyu isbât etmektedir…
Evet; putkıran Hz. İbrahim (A.S.M.) eline baltayı (kuvveti) alıp putların tepesine indirmeden putlar (batıllar) yıkılmamış; Yüce Resûl Hz. Muhammed (A.S.M.) Ka’be’yi putlardan temizlemeyi, insanları bâtıl yönetimlerin, tağutların egemenliğinden kurtarmayı hedef edindiği, bu hususta on küsür yıl gayret sarfettiği halde; ancak tebliğatı (mücessem bir güç ve hükümet) hâline gelince; bâtıl yok olup gitmiş; Feth-i Mekke esnasında mübarek asasıyla dürttüğü putları “Hak geldi, batıl zâil oldu!” diye, diye düşürüp parçalamış ve onların sembolize ettiği tagutî düzenleri tar-u mar etmiştir.
Bu konuya Al-i İmran Suresi’nin 102 ve 103. Ayet-i Kerimelerinin ışığı altında bakarsak, yine aynı netice çıkacaktır. Zira, ey iman edenler, Allah’dan hakkıyla sakının ve ancak Müslüman olarak can verin” Ayetinde “Müslüman olarak ölmek istenmekte, müslüman olarak nasıl öleceği cevabı da müteakip ayette verilmektedir:
“Hepiniz birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; fırkalara ayrılmayın…” Ayetinde geçen “Cemi’ân” lâfzı, tefsirlerde “Müctemiâ” haline gelmiş ve kurumlaşmış toplum; yani İmamlı toplum, cemaat, Devlet ve Hükümet olmuş güç, iktidar anlamlarına gelmektedir. Ki; Müslüman olarak ölebilmenin “Tağlib” tarikiyle ancak İslâmî devletin idaresi altında yaşayabilmekle mümkün olabileceği, böylece anlaşılmış olmaktadır…
Zirâ, zehirli bir hava’da-atmosferde yaşamağa mâhkum kalmış insanların hayatları, nasıl ki salim-sıhhatli bir hayat olmaktan uzak olacağı riyazî bir gerçek ise; ma’nevî zehir hükmünde olan kâfir ve tağutî; yani Gayri İslâmî düzenlerin içerisinde yaşayan-yaşamağa mahkum bulunan insanların-müslümanlarında gerçek bir İslâmî hayat yaşamaları ve sıhhatli, gerçek bir İslam’la can verme çok zor ve gayet müşkil olarak görülmektedir. İstisnaların kâideyi bozamayacağı, sadece terhib ve tahzir nokta-i nazarında mes’eleye bakarak; İslâmî tebligatımızı; İslâm’ın devlet ve hükümet olarak (İslâm topraklarının tümünde) tecelli etmesine; gerçekleşmiş bulunan Cihan-şümul İslâm İnkılabının ve Hükümet-i İslâmiyenin de, kat’iyyen tebâiyyetine ve hıfz-u siyânetine yönelik olmalıdır… Vesselam.
Not: Bu yazı DAVET Dergisi’nin Ocak 1990 sayısından iktibas edilmiştir.