Kevser Suresi – Üstâd Hizbullah HAKVERDİ

Bu yazı Üstâd Hizbullah HAKVERDİ‘nin Aşura Kültürü’nün İmam Humeyni’deki Tecellileri isimli kitabından iktibas edilmiştir.
“Kevser Suresi”:
“(Ya Muhammed!) biz sana kevseri verdik! O halde, Rabbin için namaz kıl ve kurban kes! Şüphesiz ebter (nesli kesik) olan, seni kötüleyendir…” [Kevser(108): 1-3]
Mekke’de nazil olan bu sure-i şerifenin Peygamber Efendimiz’in (as) erkek çocuklarının vefat etmesinden dolayı sevinen, Kureyşli müşriklerin ileri gelenleri tarafından, şanı Yüce Resul-ü Ekrem (as) için -haşa- ebter, yani nesli kesik, zürriyeti kopuk demeleri üzerine, Allah (cc) tarafından Resul-ü Ekrem (sav)’i teselli ve tebşir için indirilmiş olduğunda ittifak vardır. Lâkin, kevserin ne anlamda olduğunda ihtilaf olmuştur ki bu da, başka rivayetlerde bahsi geçen kevser havzı (veya nehri) ile iltibas edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bir kısım garazkârların ve cahillerin de işe müdahelesi ile asıl anlamı unutulmuş, konuyla ilgili olmayan bir mecrâya çekilmiştir…[1]
Akl-ı selim ile (bile) konu tahlil edilirse, mezkûr kevserin gerçek anlamı hemen anlaşılır. Zira; kevserin verilişi, ebter ithamına ma’tuf ve muzaf bulunduğu ma’lumdur. Konu, nesil olduğundan verilen kevser ni’metinin de, nesil ile alâkalı olması gerekir. Eğer konu, Yüce Resul-ü Ekrem (sav)’in susuz kalması-bırakılması olmuş olsaydı, kevserin diğer rivayetlerde bahis konusu edilen mahşerdeki havz-ı kevser olması kesin olacağı, herkesçe teslim edilecektir. Konu nesil ile Resul-ü Ekrem (sav)’in neslinin kesik olmasıyla alâkalı olunca, kevserin bu konuyla alâkalı bir anlam taşıması, şer’î ve aklî bir zaruret olarak ortaya çıkmaktadır…
Evet.. kevser, nesli bol ve çok anlamına gelmektedir. Zira; kevser, lügat ve ıstılah olarak bol ve çok kaynaklı anlamındadır[2]. Bunun nesile atfı ile de; nesli bol kaynaklı, tükenmez nesil pınarı ve havuzu anlamı çıkmaktadır. Ki; Ehl-i Beyt‘in ana kaynağı ve havuzu olan, Hz. Fatımat’uz-Zehra (as) olduğu ve peygamber kevserinden insanlığın en bol ve en çok neslinin gelmiş bulunduğu bilinmektedir[3]…
“Benim neslim, Ali ile Fatıma’dan devam edecektir!…”[4] hadisleri de bunu tefsir-şerh ve isbat etmektedir…
[1] Dikkat edilecek olursa, Kevser Suresi‘nde, üç emel öğe bulunmaktadır: Biri, ta’n; diğeri, i’ta; sonuncusu da, terğib-teşviktir. Bunlar, sırasıyla; Ebter, Kevser, Salat ve Nahr olarak geçmektedir. Ebter; nesli kesik, zürriyeti sönük, oğuldan mahrum ve tek kalmış anlamlarına gelmektedir. Ki; Hz. Peygamber (as) efendimizin erkek çocuklarının vefatı münâsebetiyle, As b. Vail vb. müşriklerin, Yüce Resul’ü (as) kınayıcı ve namının silineceği ve unutulacağı gibi saiklerle sarfettikleri sözdür. İşte; bu illet ve temel öğe üzerine, bu mübarek sure nazil olmuş ve müsbet bir temel öğe ve müjde getirmiştir. Ki, o da Kevser‘dir… Bununla, surenin bizzat kendi lafzında olduğu gibi, esbab-ı nüzulünde ve temel öğelerinde de, Kevser‘in Ebter‘e ma’tuf ve muzaf olduğu ve onun cevabı mahiyetinde bulunduğu, saraheten anlaşılmaktadır. Kısaca kevser, ebterin tam zıddı ve muhalifi olmaktadır. Ki; nesli kesik, nesli kurumuş diye vârid olan müşrikâne ta’nlara nesli kesir mi kesir., zürriyeti bol mu bol!., tükenmez mi tükenmez.’., kaynar mı kaynar!… diye Rahimâne İlâhî i’ta ve ikram ile Yüce Resul’e (as) mukabelede bulunulmakta, bu sonsuz nesl-i peygamberîden dolayı da şükür için, hemen namaz kılınması ve kezâ akika denen kurbandan da kesilmesi terğib ve teşvik edilmektedir… Böylece; Yüce Nebî (as) hem hal‘de teselli edilmiş, hem de müstakbelde sonsuz bir ümit ile ümid-var kılınmıştır…
İşte; mesele bu kadar açık ve sarih olduğu, Kevser‘in mutlak manada nesil ile alâkalı olup, sadece nesil çerçevesi içerisinde tefsir-şerh ve izah edilmesi lazım geldiği, bu yolun şer’î ve aklî olduğu bilindiği (en azından bilinmesi gerektiği) halde, tamamen ters ve hiç alâkası olmayan bir tefsir yoluna, bir kısım zevatın (o da önde gelen ulemanın) sapması, gerçekten hayret ve esef verici bir manzaradır… Üstelik, mezkûr surenin Peygamber Efendimiz(as)’in erkek çocuklarının vefatları dolayısıyla, müşriklerin ‘O ebter oldu’ demeleri ve bunun yaygarasını yapmaları üzerine nazil olmuş olduğu hususunda, bütün eshab, tabiîn ve müfessirin-muhaddisin kesinkes ittifak etmişler, buna rağmen, hiç alâkası olmayan anlamlar vererek, konuyu (her ne hikmetse?) saptırmaya, böylece; gerçek anlamının kaybolmasına çalışmışlardır…
Her ne kadar, bilmeden bu bariz sapmanın içerisine girmiş zevatın varlığını farzetsek bile, kasıtlı olarak konuyu saptırmış olanların menfî ve yıkıcı etkisini de nazar-ı itibara almak zorundayız… Bu kasıtlı ve inhirafçı-saptırıcı uygulamalar ve fiiller, ya Ehl-i Beyt’e olan kin-husumet ve düşmanlıktan olabilir, yahut da hasetten-çekememezlikten olabilir. Bunlar da; ya İslam’ı hazmedememe-imanı kalbine sindirememeden ya da kavmiyetçilik-heva ve hevesat gibi., gayr-i İslamî ve gayr-i ahlâkî maraz ve zaafîyetlerden kaynaklanmaktadır. Ki, daha evvel bir kısmını yer yer naklettiğimiz bu beşerî sapmalardan, sahabeler bile (büyük çoğunluğuyla) müstağni değildir. Örneğin;
İbn-i Abbas (ra)’dan rivayet edilmiştir: “Resul-ü Ekrem (sav), aramızda öğüt vermek için ayağa kalktı ve; ‘Ey insanlar! Siz muhakkak yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak Allah’(ın huzurun)a toplanacaksınız! İlk yaratılışa nasıl başladıksa, üzerimize va’d olarak, yine onu iade edeceğiz, hiç şüphesiz failler biziz! (Enbiya: 104) haberdar olun! Kıyamet günü insanların en önce giydirileni, Hz. İbrahim’dir. Haberiniz olsun! Ümmetimden birçok kimseler yakalanarak sol taraf (daki cehenneme doğru) getirilir. Ben:
– Ey Rabb’im! Bunlar benim eshabımdır! Derim. Bunun üzerine:
– Sen, bunların senden sonra neler ihdas ettiklerini bilemezsin! Denilir. Bunun üzerine ben, Salih kulun (Hz. İsa’nın) dediği gibi derim: “… Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerine şahid (gözetleyici) idim. Fakat, vakta ki sen beni (huzuruna) aldın, üzerlerinde gözetleyici sen oldun. Zaten sen, herşeyin üzerine şahid olansın! Eğer onları azaplandırırsan, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Aziz olan, Hakim olan da sensin, sen!…” (Maide: 117-118)!.. “(Sonra) Bana denilir ki: Onlar, sen onlardan ayrıldıktan itibaren topuklarının üzerine mürtedliğe devam ettiler!…” (Riyaz’us-Salihin : 151-152; Z. Buharî: 572; Tecrid-i Sarih : 9/104-105; Tirmizî : 4/233);
Ebu Hureyre’den rivayete göre, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Bir ara ben (havuzumun başında) duruyordum. Birden orada bir zümre gördüm. Hatta onları tanıdım. Benimle onlar arasında bir melek belirdi; ve onlara, ‘Haydi geliniz!’ dedi. Ben ona: ‘Bunları nereye götürüyorsun?’ dedim. O da, ‘Vallahi cehenneme!..’ dedi. Ben de: ‘Bunlar ne yapmıştı ki?..’ dedim. O da: ‘Ya Resulalllah! senden sonra bunlar, arkaları üzere gerisin geri (dinden) dönüp irtidat ettiler!’ dedi!…Sonra, (havuz başında) bir zümre daha gördüm. Hatta onları da tanıdım. (Yine) benimle bunlar arasında bir melek çıktı da bunlara: ‘Haydi, geliniz!’ Dedi: Ben ona: ‘Bunları nereye götürüyorsun?’ Dedim. O da: ‘Vallahi cehenneme!’ Diye cevap verdi. ‘Bunların günahı nedir ki?’ Dedim. Melek: ‘Senden sonra, bunlar (da) arkaları üzerine gerisin geri dönerek irtidad ettiler!’ Dedi!… (Bunun üzerine de, Resul-ü Ekrem (sav)): Sanmam ki bunlardan (havuza yaklaşıp da geri çevrilenlerden) cehennemden kurtulanlar olsun! Ancak çobansız, yolunu şaşıran deve sürüsünden yolunu bulanlar misali, bunlardan da (tek tük) cehennemden kurtulanlar olsun! Buyurdu!…!” (Z. Buharî: 1017-1018; Tecrid-i Sarih: 12/217-218; yaklaşık Cami’üs-Sağir(terc): 2/264; Müslim: 10/66-69);
(Sened-i muttasıl ile) rivayet olunur ki, “Ebu Said-i Hudri (ra) hadis söylemekle meşgul idi. Derken, mescid (-i Nebevî’nin) binası bahsine geçip dedi ki: ‘Biz birer kerpiç taşıyorduk. Ammar ise, kerpiçleri ikişer ikişer taşırdı. Nebî-yi Ekrem (sav) onu (öyle) görünce üzerindeki toprağı silkerek: ‘Vah Ammar!… Vah Ammar!.. kendisini bir fie-i bağiye katledecektir. (Ammar), onları cennete, onlar ise onu cehenneme davet ederler!’ diye buyurdu. Ebu Said der ki: ‘Ammar da (her zaman) fitnelerden Allah’a sığınırım!’ derdi!…” (Tecrid-i Sarih: 2/391-392; Zübdet’ül-Buharî: 84; (Hazret-i Ammar, Sıffin ehlince şehid edilmiştir.)
“Ben havzın başına sizden önce varacağım. Ve bir takım kavimler hakkında münazaa edeceğim! Sonra, onlar üzerine bana galebe çalınacak. Ben: ‘Ya Rabbi! (bunlar benim) eshabım! Esbabım!..’ diyeceğim. Bunun üzerine: ‘Sen, onların senden sonra neler ihdas ettiklerini bilmezsin!’ Denilecek!… ” (Müslim: 10/73);
“Havuz başında benim yanıma, bana sahabilik etmiş kimselerden bir takım adamlar muhakkak geleceklerdir. Ta ki, onları gördüğüm ve bana arzolundukları zaman benden ayıracaklar. Müteakiben ben de: ‘Ya Rabbim! Sahabeciklerim! Sahabeciklerim!’ Diyeceğim’. Fakat bana: ‘Hakikaten sen onların senden sonra neler ihdas ettiklerini (neler yaptıklarını) bilmiyorsun!’ Denilecek… ” (Müslim: 10/77); İlaahir…
İşte; bu sahih-kesin hadisler muvâcehesinde, bir kısım sahabe unvanına sahib kimselerin, dünya-mal-mülk-makam gibi., hevaî ve nefsanî amaçlar doğrultusunda hareket ettiklerini-edeceklerini öğrenmiş, tarihen de bunun bil-fiil vuku bulduğuna şahid olmuş bulunuyoruz!…
Hazret-i Ali, Hasan ve Hüseyn başta olarak, Ehl-i Beyt’e sevginin imandan olduğu, kesin nasslarla sabit olduğu halde, onlara karşı acımasızca kin-husumet ve galiz hakaretlerin reva görülmesi..nin hükmü ve neticesi, mezkûr hadislerde, tebellür etmiş bulunmaktadır. Hele, bu kin ve husumet kitap ve sünnetin açık anlamlarının tahrifine yönelik olunca, işin vehamet derecesi, varsın kıyas edilsin!!!…
Resul-ü Ekrem (sav), gerek eshabının, gerek gelecek tüm ümmetinin kendi nevalarına ve anlayışlarına göre Kur’an’ı tefsir etmemelerini, Ehl-i Beyt’in yönlendiriciliğiyle Kur’an-ı Kerim‘i anlamaya çalışmalarını, ancak o zaman sapmayacaklarını alenen ve defalarca bildirmiştir…:
“Ben size iki ağır emanet bırakıyorum: Biri, Allah’ın kitabı, diğeri ise, ıtretim ve Ehl-i Beyt’imdir. Bunlara sarıldığınız müddetçe asla dalalete düşmezsiniz. Ve bunlar (Kur’an ve Ehl-i Beyt) birbirinden büyüktür. Bunlar, kıyamet kopuncaya kadar asla birbirinden ayrılmazlar. Bunlar hakkında, bana nasıl halef olacağınıza iyi dikkat edin!..” (Tirmizî: 6/313-316; Müsned-i Ahmed: 3/14; Müslim: 10/252; 2/432);
Ebu Said el-Hudri (ra)’den rivayet edilmiştir; dedi ki: “Biz ensar topluluğu, münafıkları, Ali b. Ebi Talib’den nefret etmeleriyle tanırdık.” (Tirmizî: 6/270);
Ümm-ü Seleme (ra)’den; “Resul-ü Ekrem (sav) şöyle buyurdu: ‘Münafık olan Ali’yi sevmez ve mü’min olan da Ali’den nefret etmez!” (Tirmizî: 6/271);
Ali Bin Ebi Talib’den (as) rivayet edilmiştir: “Gerçekten, mü’minden başkasının beni sevmeyeceğine ve münafıktan başkasının bana buğzetmeyeceğine Nebî-yi Ümmî (sav) bana kesin bir ahid ve teminat verdi. ” (İbn-i Mâce(terc): 1/192; Tirmizî:(terc): 6/282);
Ali Bin Ebi Talib’den rivayet olunmuştur: “Ben Allah’ın kuluyum ve O’nun Resulü’nün (as) kardeşiyim. Ve Sıddık-ı Ekber benim! Benden sonra ‘kezzab’ adamdan başka hiç kimse bunu (Sıddık-ı Ekber olduğunu) söyleyemez!…” (İbn-i Mâce(terc): 1/208; İbn-i Esir(terc): 2/57);
“Bana itaat eden Allah’a itaat etmiştir; bana isyan eden Allah’a isyan etmiştir. Ali’ye itaat eden bana itaat etmiştir; Ali’ye isyan eden bana isyan etmiştir. Ya Ali! Sen dünyada Seyyid’sin, ahirette de!… Senin sevdiğin, benim sevdiğimdir; benim sevdiğim de Allah’ın sevdiğidir. Senin düşmanın, benim düşmanımdır; benim düşmanım da Allah’ın düşmanıdır. ‘Veyl’, benden sonra sana buğz edenlere olsun!.. “(Hakim-Müstedrek: 3/121, 130, 135; El-Müracaat: 48.mektup, sah. 190-191; Nehc’ül-Belağa: 317);
“(Resul-ü Ekrem (sav)) Hazret-i Ali’ye işaretle: ‘Bu bana ilk iman eden, kıyamet günü benimle ilk müsafaha edecek olan kişidir; bu Sıddık-ı Ekber’dir; bu, şu ümmetin hak ile batılı ayıran Faruk’udur; bu, mü’minlerin hidayet imamı’dır, önderidir!’ buyurmuştur…” (Taberanî’den Kenz’ul-Ummal: 6/156’dan..; El-Müracaat: 48.mektup sah. 187; Nehc’ül-Belağa: sah.: 317);… İlaahir…
Bu kadar açık terhib ve terğibleri ihtiva eden hadislere rağmen, Hz. Ali’nin, Hasan ve Hüseyn’in ve sair eimmenin (as), ma’ruz kaldıkları zulüm-eza-cefa ve cinayetler, mü’min kalbleri dîl-hûn etmektedir. Bu yetmezmiş gibi; Muaviye b. Ebi Süfyan tarafından cami ve mescidlerde ve Cum’a hutbelerinde Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’e -haşa- sebb-ü şetm edilmiş ve -haşa- la’netler okunmuş ve okutulmuştur. (Örnek olarak, bkz.; Müslim: 10/245, 255; İbn-i Esir: 3/413,421,478-489);…
İşte; böyle bir dinî-imanî ve ahlâkî sapma içerisinde bulunan ve bütün ömürleri Ehl-i Beyt‘e zulüm ve hakaretle geçmiş olan eşhasın ve onlara temelluk içerisinde kuyruk sallayan saray mollası ahundlarm ehil ve adil olamayacakları, bundan dolayı da onların rivayetlerine ve Kur’anî yorumlarına itimad edilemeyeceği tezahür etmiş bulunmaktadır… Tabiî ki, bu zulüm ve ihanet cereyanının içerisinde gafilâne ve safîyâne bir tarzda kendini bulmuş ve aynı akıntıya kendini kaptırmış olan samimi kimselerin (hem de çok büyük sayıda) varlığı da söz konusudur. Fakat, bunların samimi oluşu ile, kendilerini kaptırdıkları yanlışlıkların da meşru’iyyet kazanamayacağı ve bu tür yanlışlıkların dinde hüccet olamayacağı, aksine reddinin vacib olacağı da, keza izahtan varestedir…
Bahis konusu olan sapmış ve saptırıcı çizgiyi temsil eden zihniyetin anlam ve yorum inhirafı sadmelerine pek çok İslamî ve Kur’anî kavram-müessese ve hükümler ma’ruz kaldığı gibi, Kevser Suresi de kendi hissesesine düşen sadmeye ma’ruz kalmış, içerisinden çıkılamayacak girift ve muğlak bir anlam kargaşasına itilmiştir, gerçek anlamı güneş misali açık olduğu halde!…
Kevser kelimesi üzerinde oynama, yani başka konuyla alâkalı olarak kullanılmış olanını, hiç münasebeti olmayan bir alana kaydırma oyunu; koca İlâhî -mu’cizevî bir sureyi, (selim akıl ve sağlam kaynaklar olmasaydı) nerede ise anlaşılmaz duruma getirmiş olacaktı…
Zira; daha evvel de değindiğimiz gibi, herhangi bir mutlak ve çok anlamlı kelime, içerisinde kullanıldığı cümleye ve cümlenin içerdiği manaya göre bir anlam yüklenir. Çok bol, bol kaynaklı, pek çok-kesretli gibi., anlamları olan Kevser kelimesi, ırmak için kullanılırsa, yani ona sıfat olursa, Kevser ırmağı (yani, kaynağı bol, suyu pek-çok kesretli); havuz için kullanılıp, ona sıfat olursa, Kevser havuzu (yani, bol kaynaklı-tükenmez suya sahib-kesretle artış gösteren havuz) anlamını yüklenmiş olur. Nesil için ve ona sıfat olarak gelirse de, elbette çok bol nesil-pınar gibi durmadan kaynayan nesil-tükenmez berekete sahib nesil (veya; takdim-te’hir olarak kulanılacak olunursa, nesil kevseri, yani nesli çok bol ve kesretlî) anlamlarına gelmiş olacaktır. Ki; Kevser suresindeki durum da, işte mutlak olarak budur…
“Hiç şüphesiz biz sana ‘Kevseri’ verdik. O halde, Sen de Rabbin için namaz kıl ve kurban kesiver! Doğrusu, asıl ‘Ebter’ olan sana şe’n edendir!..” (Kevser: 1-3);
Görüldüğü gibi, suredeki asıl eksen, ebter (soyu kesik-nesli tükenmiş..) kelimesidir. Kevser’in i’ta edilmesi de buna mebnidir. Açık olan ‘hüvel-ebter’ (ebter olan o’dur) ta’biri, gizli ve muzmer olan bir ebteri tazammun etmektedir. Ki, ayette bu hazf edilmiştir. As b. Vail gibi müşrikler, Resul-ü Ekrem (sav)’e (oğullarının vefat etmesinden dolayı) ebter oldu dedikleri için, mezkûr sure nazil olmuş; “Asıl, sana ebter diyen kişi ebter olandır!” demiş, lâkin sana ebter diyen ibaresini, ayet içerisinde (belağaten) mahzuf bırakmıştır… Bu nefyden önce, müsbet bir başlangıçla sureye giriş yapılmış, nefy’in zıddı (yani, ebter’in tersi) ile, yani Kevser ile Yüce Resul-ü Ekrem (sav) tebşir edilmiştir. Burada da nesil hazfedilmiş, alenen kullanılmamıştır. Zira; azıcık aklı başında olanların hemen anlayabileceği kadar açık olduğu için, lüzum görülmemiştir. Zaten, serapa belağat manzumesi olan Kur’an-ı Kerim’den, bundan başka bir şeyin beklenilmesi yanlış olacaktır. Bu teselli ve tebşirattan sonra da, hemen şükür aşamasına ve onun iki önemli tezahürü olan namaz ve kurbana geçilmiş, verilen bu sonsuz kevser nesli ve ni’metinden dolayı, bu ibadetlerin tatavvuan ifa edilmesi istenmiştir. Fa-i Takibiyye ile de, mümkün olan en kısa süre içerisinde, en azından dünyada iken, bunların yerine getirilmesine dikkat çekilmiştir…
Bu kadar açık ve bariz gerçeklere rağmen, Kevser‘i burada nehir ve havuz ile tefsir edecek olursak, durum ne olur?… Sadece, gayr-i ilmî ve gayr-i aklî bir sonuç ortaya çıkmış olur! Zira; Yüce Resul-ü Ekrem (sav) Efendimiz hakkında erkek çocuklarından mahrum, nesli tükenmiş(!), zürriyeti kesik diye azılı müşriklerce açık-gizli itham edilecek ve bunun yaygarası yapılacak, bunun üzerine müjde diye gelen ayetler; “Ey Habibim! Onlar sana ‘ebter’ desin, onlara aldırma! Biz de sana cennette kevser ırmağı ve havuzu verdik. Orada bol bol su içersin, düşmanlarına içirmezsin!..” demiş olacak ve hem de “… Asıl ebter olan o sana şenaette bulunan kişidir!..” diye ilavede bulunacak! (El’iyazubillah!…)! Yüce Rabbimizi (cc) böyle demekten, mübarek Kevser suresini de, bu tür bir anlamsızlıktan nihayetsiz derecede tenzih eyleriz!…
Zira; bu durumda her akl-ı selim sahibi demez mi ki: “Nesli kesik olmakla, dünyada zürriyetsiz kalmakla ve el-âleme bundan dolayı alay konusu olmakla..”; “Ahiretteki kevser nehrinin ve ırmağının ne münasebeti ve ne ilgisi var?…” Zaten; ebter ta’nı sözkonusu olsa da, olmasa da Mahşer Günü, Peygamber Efendimiz ve tüm mü’minler, Kevser havzundan ve ırmağından içecek ve içirileceklerdir. Bunun, burada (hiç münasebeti olmadığı halde) bildirilmesinin anlamı ne? Ve; neden, bundan dolayı da Hemen namaz kıl ve kurban kes!.. dene?…
İşte; kör taassub-inad ve mütemerridâne haset, yahut da katmerli gaflet ve cehalet; İslam adına ve Kur’an tefsiri hesabına, kişileri bu derece basit ve münharif duruma sokmakta, böylece Öz Muhammedi İslam‘ın üzerine çekilmiş tarihî bir perde ve gölge olmaktadır!…
Resulullah’ın (as) sağlığında bile; “… Amcası oğlu (Ali) ile başbaşa-gizli konuşması yine uzadı!..” (Tirmizî: 6/277); “… Ali şöyle şöyle yaptı!.. (diye gammazlayanlara), Ali’den ne istiyorsunuz?…/.. onun için ne (kötü) düşünüyorsunuz?…” (Tirmizî: 6/266, 277); “(Ali) Ya Resulullah, bunlar bana hasetlik ediyor, diye şikayette bulundu…” (Keşşaf: 4/220) gibi., nice rivayetlerle, kendisine müthiş haset ve kin beslendiği açıkça isbatlanmış bulunan Hazret-i Ali’ye ve pak evladına karşı, tabiatıyla Resul-ü Ekrem (sav)’den sonra, daha haşin ve daha kötü muamele yapılacaktır ve yapılmıştır da!…
Hatta Hz. Ömer (ra) gibi önde gelen bir sahabe bile, Abdullah İbn-i Abbas’la yaptığı tartışmada; “Hazret-i Ali’ye hilafeti kasıtlı olarak vermediklerini, peygamberlikle-halifellk ‘Ben-i Haşim’de olmasın ve ikisi de onlarda birleşmesin diye buna engel olduklarını” açıkça ifade etmiş, Hz. tbn-i Abbas’ın da, “Siz, bunu hasedinizden ve düşmanlığınızdan dolayı yaptınız!” cevabı karşısında susmak zorunda kalmıştır. (Bkz. Taberî’den naklen; Asr-ı Saadet-Mevlana Şibli: 4/321);
Bütün bunlar göstermiştir ki; masum olan, ilâhî kontrol ve koruma altında bulunan ‘enbiya ve eimme‘den başka insanlar, ne kadar ileri derecede birer müslüman da olsalar, nefis ve şeytanın aldatıcı ve idlal edici hilelerinden kendilerini her hususta kolay kolay kurtaramazlar!…
Nitekim; Hz. Yûsuf un kardeşleri, o kadar ileride olmalarına ve babalarına o derece bağlı ve muhib bulunmalarına rağmen, sırf hasedliklerinden dolayı Hz. Yûsuf’u, bir sürü yalan-hile yollarına başvurarak öldürmeye tevessül etmişler, en nihayet kuyuya atıp yok etmekle yetinmişlerdir. (Bkz. Yûsuf suresi, ayet: 5, 8-10, 15);
Hazret-i Ali ve temiz evlatları da, keza bir kısım müslümanlar ve İslam ümmetinin önemli bir kesimi tarafından, (bazen, sözde hak-hukuk ve adalet adına) büyük haksızlıklara-hakaretlere, daha ötesi eşsiz zulümlere, eza ve cinayetlere ma’ruz bırakılmış, İslam adına(!) İslam’ın özü ve temel sütunları yıkılmıştır!…
Burada; “Resul-ü Ekrem, ‘velayet-hilafet’ hususunda saraheten benden sonra mutlaka Ali ‘halife’ olacak! Onun dışında kimse bu işe soyunmasın!” Ve; “Kevserdeki kasıt Fatıma ve Ehl-i Beyt’tir, başka türlü tefsir batıldır!” deseydi, daha iyi olmaz mıydı?… tarzında vaki olacak muhtemel bir sual için şöyle denilebilir: “O zaman hasetlikler ve ihanet komploları ‘sistematik’ bir duruma gelmiş olur, Hazret-i Ali’nin ve Hazret-i Fatıma’nın can güvenlikleri tehlikeye düşmüş olurdu!..” Zira; bu derece azgın ve yoğun olan düşmanlara açıkça hedef verilmiş olur, gizli-açık tüm düşmanlar, hâinler ve hâsidler ortak cephe kurmuş olurlardı. Az-çok ilmî ve aklî seviyesi olanların anlayabileceği bir sarahet bile, ne gibi sonuçlara sebep olduğu, tarihî bir gerçek olarak ortada durmaktadır. Bundan dolayıdır ki; Hazret-i Ya’kub, müjdeli rüyasını anlatması üzerine, oğlu Yûsuf a (as): “Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma! Sonra (hasetliklerinden dolayı) sana bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan, insana apaçık bir düşmandır, dedi.” [Yûsuf(12): 5];…
İnsan, en yakınları da olsa, başkalarının içinde bulunanları asla bilemez, ihanet boyutlarını kestiremez! Fakat; “Muhakkak ki Allah, gözlerin hain bakışını ve kalblerin gizlediğini çok iyi bilir.” [Mü’min/Ğafir(40): 19]; Bundan dolayı da, Peygamber Efendimiz (sav), Hazret-i Ali ile Hazret-i Fatıma’nın durumlarını, dost-düşman herkese ve açık ilan şeklinde ifade etmemiş, sadece kendi çevresine duyurmakla yetinmiştir… (Allah (cc) en iyisini ve en doğrusunu bilendir…)…
Buraya kadar serdedilen hakikatler, bu mübarek surede vârid olan kevser kelimesinin, nesil ve zürriyet ile alâkalı olduğunu göstermektedir. Esbab-ı nüzul ile, surede geçen ebter kelimesi, karineden de öte saraheten bunu isbat etmektedir. Fakat, daha evvel de (yeri gelmişken) işaret ettiğimiz vechiyle; ‘Sebebin hususî olması, hükmün umumî olmasına mani değildir!’ hükmü, usul-ü tefsirde, kesin bir kaide olarak bilinmektedir.
Surenin ve ilgili kelime ve lafzın asıl anlamı ve esası kabul edilmek kaydıyla, konuyla uzaktan-yakından münâsebettar olan bütün anlamlar da, tabiatıyla, surenin ve ayetin şümulü içerisine alınacaktır. Ki, Kur’an’ın umumî ve şümullü olması, ancak bu yol ile mümkün olacağı açıktır; tek mana ile yetinmek ve o anlama hasretmek, elbette tecviz edilemez!…
Ancak; diğer tali anlamlar, tüm tefsirleri doldururken, asıl anlamın (Kevser’in nesil ve zürriyet anlamında olmasının) göz ardı edilmiş olması, yahut da çok basit duruma (olmazsa da olura) indirilmesi.. gibi vâkıâlar muvâcehesinde, temel ve eksen olan nesil üzerinde durulup, onun vüzûha kavuşturulması hususunda gayret edilmesi, İslamî ve Kur’anî bir vecibe olarak kabul edilmeli, ehil olan zevatın bu konu üzerine eğilmeleri gerçekleştirilmelidir. (Tabiatıyla, diğer benzeri konular dahi bu cümledendir…).. Ve’s-selam…
Muhtelif tefsir-yorum ve rivayetler için bakınız; El-Mizan: 20/370-373; Ibn-i Kesir(terc): 15/8693-8719; Mefatih’ul-Ğayb (F. Razî): 32/117-128; Mecmâ’ut-Tefasir (Beyzavi-Hâzin-Nesefi ve İ. Abbas): 6/580-585; Dürr’ül Mensur: 6/401-404; Hak Dini Kur’an Dili (E. Hamdi Yazır): 9/6172-6214;İlaahir…
[2] Kevser, lügavî olarak çokluk demek olan kesretten, cevher gibi fev’al vezninde vasıf veya bir isim olup kesreti ifrat derecede olan, yani çok -pek çok- gayet çok şey demektir. Oğlu, seferden gelen bir arabiye ‘oğlun ne ile geldi?’ denildiğinde , ‘kevserle geldi!’ dediği, bunun da oğlunun çoook ve pek çooook şeyle geldiği anlamında olduğu nakledilmiştir. Tabiatıyla bu vasıfla muttasıf olan her şey, bununla müsemma olmuş olacaktır. İşte; bu isimlenişin hasredilmemesi, bu isimle müsemma olan çok şeylerin bulunabileceği realitesi teslim edilmesi durumunda, konu vüzûha kavuşmuş olacaktır… Bundan dolayıdır ki; Kevser, a-) Cennetteki ırmakla, mahşerdeki havuz; b-) Peygamberin nesli ve çocukları; c-) Kur’an ve İslam; d-) Peygamber ve peygamberlik; e-) Taraftar-çevre ve etba; f-) Ulema ve ilim, g-) Ehl-i Fazilet ve şeref; h-) Güzel huy ve ahlâk; ı-) Şefaat, Makam-ı Mahmud ve Nur-u Muhammedî; j-) Hayır ve hasenat; k-) Ma’lum surenin ismi… gibi maddelere şamil bulunmakta, bunların kemiyet ve keyfiyet olarak dünyevî ve uhrevî, maddî ve manevî bollukları-genişlikleri-hayır ve bereketlerinin çoklukları.. anlamlarını kapsamaktadır. (Bakınız: Hak Dini Kur’an Dili (E. Hamdi Yazır): 9/6180-6192; Mefatih’ul-Ğayb: 32/117-128; Lisan’ul-Arab. 5/131-134; İbn-i Kesir: 15/8693-8700, Dürr’ül Mensur: 6/401-404, Mecma’ut-Tefasir: 6/580-585; El-Mizan: 20/370-373);…
Ehl-i Beyt’in, bu mezkûr anlamların hepsinden de hissedâr oldukları, bunun da mezkûr surede vârid bulunan Kevser‘e olan özel mazhariyetleriyle tenakuz değil, tetabuk teşkil edeceği açıktır. Zira; a-) Kevser ırmağı ve havzı‘ndan, Cedd-i Ekremleri (as) ile birlikte en çok ve en fazla istifade edecekleri kesindir, b-) Kur’an’ın ve İslam’ın canlı ve müşahhas timsâli oldukları Sekaleyn vb. nice hadis-i şeriflerle ifade edildiği ma’lumdur, c-) Peygamberin ve Nübüvetin küllî ve umumî verasetine haiz bulundukları izahtan varestedir, d-) Dünyada en çok-en bol ve en bereketli nesil oldukları, düşmanlarını bile kendilerine gıpta ettirecek derecede bir fazilete sahip bulundukları herkesçe bilinmektedir, e-) Ümmet arasında, onlardan daha alim, daha çok bilgin ve fazıl kim var ki?… f-) En çok güzel ahlâklı olarak Ehl-i Beyt‘ten daha başka, hele onlardan daha üstün kim olabilir?… g-) Şefaat (hem edilmeye, hem de etmeye liyakat) konusunda da, İslam ümmeti arasında Ehl-i Beyt‘ten daha önde bulunacak kimseler tasavvur edilemez!.., h-) Nur-u Muhammedî‘ye mazhar olma, hayır ve hasenatta daha ziyade ve azamî ölçüde önde bulunma cihetiyle, başkalarının onlarla kıyas edilmesi mümkün değildir. Ve hakeza!…
[3] Ehl-i Beyt nesli öyle İlâhî bir kevserdir ki, bazı araştırmalar, günümüz dünyasında sayılarının 40-45 milyona ulaştığını göstermektedir… Ki; bu konuda, sözü Merhum Üstad Said Nursi (ra)’ye bırakalım:
“(Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammedin kema salleyte ala İbrahime ve ala ali İbrahime fil-âlemine inneke hamidün mecid) duası umum ümmet, umum namazında günde beş defa tekrar ettikleri bu duâ, bil’müşahede kabul olmuştur, ki; Al-i Muhammed aleyhissalatü ve alihi vesellem, Al-i İbrahim aleyhisselam gibi öyle bir vaziyet almış ki; umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve asarın mecmualarında o nurânî zatlar kumandanlık ediyorlar. Ve öyle bir kesrettedirler ki; o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddi şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka vaziyetini alsalar, İslamiyet dinini, millîyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz!… İşte o pek kesretli, o muktedir ordu, Al-i Muhammed aleyhissalatü vesselam’dır ve Hazret-i Mehdi’nin ‘en has’ ordusudur.
Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Al-i Beyt’ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri, bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar; ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i nebî ile dolu ve cıhandeğer şeref-i intisabiyle serfirazdırlar.
Böyle bir cemaat-i azime içindeki mukaddes kuvveti ‘tehyic’ edecek ve uyandıracak hadisat-ı azime vücûda geliyor… Elbette, o kuvvet-i azimedeki bir hamiyet-i aliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip, tarik-i hak ve hakikate sevkedecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlâhîyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız…” (Mektubat: 408-409)
[4] Bakınız; Muhibut-Taberî-Riyaz’un-Nadra: 2/222’den; Abdullah İbn-i Abbas der ki: “Ben ve babam Abbas, Resul-ü Ekrem (sav)’in yanında oturuyorduk. Ali b. Ebi Talib, selam verip içeri girince, Resulullah ayağa kalktı, onu kucakladı ve iki gözünün arasından öpüp sağ yanına oturttu. Abbas:
– ‘Ya Resulullah! Bunu çok mu seviyorsun?’ Dedi. Resulullah (sav):
– ‘(Evet) Ey amca! Vallahi onu çok sevmemin sebebi.. Allah her peygamberin zürriyetini, o peygamberin kendi sulbünden getirdiği halde, benim ziirriyetimi bunun sülbüden getirmiştir!’ Dedi.” (İslam Tarihi-Medine Dönemi-A. Koksal: 3/41); böylece de; Hz. Ali’ye olan münferid ve umumî rağbetin yanında ve ondan önemlisi, Nur-u Nübüvvetin Veraset-i Küllîsinin mutlak bir vârisi ve mazharı olmasından kaynaklanmış olduğu-olacağı anlaşılmış olmaktadır. Konuyla alâkalı olarak, yine Üstad Said Nursi’nin şu mütalaalarını dinleyelim:
“Hazret-i Ali’ye (as) iki cihetle bakmak lazım…/… ikinci cihet ise Al-i Beyt’in şahs-ı manevîsini temsil ettiği noktasındandır. Al-i Beyt’in şahs-ı manevîsi ise Resul-ü Ekrem (sav)’in bir nevi mahiyetini gösteriyor…/… (Bu) ikinci nokta cihetinde Hazret-i Ali (ra), şahs-ı manevî-i Ehl-i Beyt’in mümessili ve şahs-ı manevî-i Ehl-i Beyt, bir hakikat-ı Muhammedîyye’yi (sav) temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte; Hazret-i Ali (ra) hakkında fevkalade senâkarâne ehadis-i nebevîyye, bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikati teyid eden bir rivayet-i sahiha var ki; Resul-ü Ekrem (sav) ferman etmiş: ‘Her nebinin nesli kendindendir. Benim neslim, Ali’nin (ra) neslidir’…” (Lem’alar: 20-21); Ehl-i Tesennünden olan Üstad, Hazret-i Ali (as) ile diğer üç halifenin rüçhaniyetlerini tartışırken, bu neticeye varmış; İmam Ali’nin ve Ehl-i Beyt (as)’in Hakikat-i Muhammedîyye‘yi (as) temsil ettiklerini ifade etmesi, meseleye biraz uzak kalmış bulunan bir mektep camiâsı için, fevkâlâde çok önemli bir olgudur!…
Bu yazı Üstâd Hizbullah HAKVERDİ‘nin Aşura Kültürü’nün İmam Humeyni’deki Tecellileri isimli kitabından iktibas edilmiştir.