İmam Humeyniİmam Humeyni Kırk Hadis Şerhi

Yirmiyedinci Hadis: İbadet ve Kalp Huzuru

بالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی الشَّيخِ الاَجَلِّ وَ الثِّقَةِ الجَليل، مُحَمَّدِ بنّ يَعقُوبَ الکُلَينی، رضوان الله عليه، عَن عِدَّةٍ مِن اَصحابِنا؛ عَن أَحمَدَ بنِ مُحَمَّدٍ، عَنِ ابنِ مَحبُوبٍ، عَن عُمَرَبنِ يزيدَ، عَن أَبی عَبدِالله، عليه السَّلام، قال: فی التَّوراتِهِ مَکتوبٌ: يَابنَ آدَمَ، تَفَرَّغ لِعِبادَتي؛ اَملاء قَلبَکَ غِنیًّ و لا أَکِلکَ إلی طَلَبِکَ، وَ عَلیَّ اَن أَسُدَّ فاقَتَکَ وَ اَملاء قَلبَکَ خَوفاً مِنّی. وَ اِن لا تَفَرَّغ لِعِبادَتی، أَملاء قَلبَکَ شُغلاً بِالدُّنيا، ثُمَّ لا أَسُدُّ فاقَتَکَ وَ أَکِلُکَ إِلی طَلَبِکَ.

 “İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Tevrat’ta şöyle yazılmıştır: “Ey insanoğlu, sadece bana ibadete koyul ki kalbine zenginlik vereyim ve seni isteğinle baş başa bırakmayayım. Bu durumda ihtiyacını gidermek ve kalbini korkumla doldurmak benim üzerimedir. Ama eğer sadece bana ibadete koyulmazsan, kalbini dünya ile meşgul kılarım, fakirliğini gidermem ve seni isteğinle baş başa bırakırım.”[1]

 Şerh

“Teferreğe likeza” kelimesi, “tefe’ul” babındandır ve “tüm vaktini, başka bir şeyle meşgul olmayacak şekilde doldurmak” anlamındadır. İbadet için kalbini “teferruğ” etmek ise “kalbini herhangi bir şeye yönelmekten arındırmak” anlamındadır.

“Mele’el inae maen, min’el ma, bi’l ma”, “veze’e fihi bi miktarin ma ye’huzuhu” cümleleri, “alabilecek kadar su ile doldurmak” anlamındadır.

“Ekilu” kelimesi, “mutekellimun min yekilu, vekele ileyhi’l-emr, ey sellemehu ve fevvezehu ve terekehu ileyh ve iktefa bihi” özetle, “işi ona bıraktı, havale etti ve onda bir tasarrufta bulunmadı” anlamındadır.

“Esuddu”, kelimesi ise “mutekellimun min sedde, yesuddu, sedden, min bab-i nasara, nekiz’ul-feth” özetle, “kapatmak” anlamındadır.

“el-Faketu, el-Hacetu ve’l-Fekr” ise ihtiyaç ve fakirlik anlamındadır.

“Emleu kalbeke hevfen minni” cümlesi ise zahiren mütekellim kipidir. Emir kipi olması ve sözün evveline atfedilmiş olması, uzak bir ihtimaldir.

Hadisle ilgili açıklanması gereken hususları inşallah birkaç bölüm halinde beyan etmeye çalışacağız.

1. Bölüm: Namazın Önemi

İbadetler için feragat[2], vakit ve kalp feragati ile elde edilebilir. Bu ibadet babında yer alan önemli konulardan biridir. Kalp huzuru da bu feragat olmaksızın asla elde edilemez. Kalp huzuru ile eda edilmeyen ibadetin ise hiç bir değeri yoktur.

Kalp huzuruna iki şey etkilidir. Birincisi vakit ve kalbin feragati, ikincisi ise kalbe ibadetin önemini anlatmaktır. Vakit feragatinden maksat insanın her gün kendi ibadeti için bir vakit tayin etmesi, o vakitte sadece ibadetle meşgul olması ve o vakit zarfında başka bir şeyle uğraşmamasıdır. İnsan ibadetin diğer işlerinden daha önemli olduğunu ve hatta onlarla kıyas bile edilemeyecek kadar önemi haiz bulunduğunu anlarsa, şüphesiz vakitlerini gözetir ve ibadetleri için belirli bir vakit tayin eder. Şimdi de bu hususta kısaca bir açıklama yapmaya çalışacağım.

Velhasıl ibadet eden insan ibadet vakitlerine çok dikkat etmelidir. Elbette en büyük ve önemli ibadetlerden biri olan namaz vakitlerine, daha çok dikkat etmek ve fazilet vakitlerinde eda etmek gerekir. O vakitte başka bir şeyle meşgul olmamak icab eder. Kazancı, çocukları ve dersleri için vakit tayin ettiği gibi, ibadetleri için de vakit tayin etmeli, o vakitte diğer bütün işlerden el çekmelidir ki ibadetin özü olan kalp huzurunu elde edebilsin. Ama bu satırların yazarı gibi namazlarını zorla yerine getiriyor ve Allah’a ibadeti fazladan bir iş olarak görüyorsa, şüphesiz namazını mümkün olan en son vakitte kılar. Hatta o son vakitte bile namaz kılmanın diğer işlerle çakıştığını gördüğünden namazını sayısız eksikliklerle eda eder. Şüphesiz böyle bir ibadetin nuraniyeti olmadığı gibi, Allah’ın gazap ettiği bir şeydir. Bu insan; namazı hafifseyen ve önemsemeyen kimselerden sayılır. Namazı küçümseyenlerden ve önemsemeyenlerden Allah’a sığınırım. Bu hususta nakledilen hadislerin hepsini aktarmak mümkün olmadığından, ibret olsun diye bir kaçını zikretmek istiyoruz.

Hz. İmam Bakır (a.s) Zürare’ye şöyle buyurmuştur: “Ey Zurare! Namaz hususunda gevşeklik etme. Zira Resulullah (s.a.a) vefat anında şöyle buyurmuştur: “Namazını hafife alan kimse ve sarhoş edici bir şey içen kimse benden değildir ve Allah’a andolsun ki Kevser havuzunun başında (bu iki grup) yanıma gelemeyecektir.”[3]

Ebu Basir’den naklen Hz. Kazım (a.s) şöyle buyurmuştur: “Babam vefat edince bana şöyle dedi: “Namazı hafife alan kimseler bizim şefaatimize nail olamaz.”[4]

Bu husustaki hadisler oldukça fazladır; ama ibret ehli olana bu kadar yeterlidir. Resulullah’tan kopmanın ve onun himayesinden çıkmanın ne kadar büyük bir musibet ve Resulullah ile Ehl-i Beyt’inin şefaatinden mahrum olmanın ne kadar büyük bir mahrumiyet olduğunu bir Allah bilir! Resulullah’ın şefaat ve himayesi olmaksızın hiç kimsenin Hakk’ın rahmetini ve vaat edilmiş cennetini görebileceğini sanma. Şimdi sıradan bir işini hatta hayali bir faydayı, Reselullah’ın (s.a.a) göz nuru ve Allah’ın rahmetinin büyük bir vesilesi olan namazdan öne geçirmen, ihmal etmen, özürsüz olarak son vaktine dek ertelemen ve ölçülerine riayet etmemen, namazı küçümsemek midir, değil midir? Küçümsemek ise bil ki Resulullah ve Ehl-i Beyt’in de tanıklık ettiği üzere, onların velayetinden çıkmış ve onların şefaatinden mahrum kalmış durumdasın. Şimdi biraz dikkat et; eğer onların şefaatine ihtiyacın varsa ve Resulullah’ın ümmetinden olmak istiyorsan, bu ilahî emaneti büyük say ve önem ver. Aksi takdirde kendin bilirsin. Allah-u Teala ve velileri senin amelinden ve hatta senden bile müstağnidirler. Dolayısıyla ehemmiyet vermediğin takdirde bu durumunun, yavaş yavaş namazı terk etmene, terk etmenin de inkara neden olmasından korkulmaktadır. Böylece işin biter, ebedi mutsuzluk ve felakete maruz kalırsın.

Vakit feragatinden de önemlisi kalp feragatidir. Vakit feragati de, kalp feragatinin bir ön hazırlığıdır. İnsan ibadetle meşgul olurken tüm meşguliyetlerden ve dünyevi işlerden el çekmelidir. Kalbini çeşitli işlerden ve dağınık düşüncelerden arındırmalıdır. Kalbini halis bir şekilde ibadet ve Allah ile münacata yöneltmelidir. Bu işlerden kalp feragati hasıl olmadıkça, kendisi ve ibadeti için de feragat hasıl olmaz. Ne yazık ki biz bütün dağınık düşünce ve fikirlerimizi sadece namaz vaktinde düşünmek için depoluyoruz.

Namazın tekbiret’ul ihramını getirirken; adeta bir dükkan, muhasebe defteri veya araştırma kitabını açmış gibi oluyoruz. Kalbimizi başka işlerle meşgul kılıyor, böylece amelimizden tümüyle gaflet ediyoruz. Kendimize geldiğimizde de genelde namazın selamına vardığımızı görüyoruz. Gerçekten de bu ibadet rezalet bir ibadet ve bu münacat utanılması gereken bir münacattır.

Azizim! Sen Allah’la konuşmanı, sıradan bir kul ile konuşmanla kıyas et! Ne olmuş ki eğer dostlarından biriyle, hatta bir yabancıyla konuşacak olursan, başkalarından gaflet eder, bütünüyle ona yönelir ve kalbin onunla meşgul olur. Ama velinimet ve alemlerin rabbi olan Allah ile münacat ettiğinde bütünüyle ondan yüz çeviriyor ve başka işlere yönelerek O’ndan gaflet ediyorsun! Acaba kulların değeri Allah-u Teala’nın değerinden daha mı çoktur? Yoksa onlarla konuşmak, hacetlerin gidericisi olan Allah-u Teala ile konuşmaktan daha da mı değerlidir? Evet ben ve sen Hak ile münacatın ne olduğundan habersiziz. İlahî ibadetleri bir yük sayıyoruz. Elbette bir yük olarak değerlendirilen şeylerin, insanın gözünde hiç bir önemi yoktur.

O halde kaynağı ıslah etmemiz ve Allah’a ve peygamberlerin emirlerine iman etmemiz gerekir ki işlerimiz düzelsin. Bütün sefalet ve çaresizlikler; iman zayıflığı ve yakin gevşekliğindendir. Seyyid b. Tavus’un imanı öyle bir makama ulaşmıştı ki buluğa erdiği günü, büyük bir şölenle kutladı. Zira Allah-u Teala o gün ona, kendisiyle münacat etmesine izin vermiş ve üzerine teklif elbisesini giydirmişti.[5] Gerçekten bu kadar nuraniyet ve safa sahibi olan kalbin nasıl bir kalp olduğunu bir düşün!. Eğer Seyyid b. Tavus’un ibadeti senin için bir delil değilse, Hz. Ali’nin ve masum evlatlarının amelleri senin için özrü ortadan kaldıran bir delildir. O büyüklerin durumlarına, ibadet ve münacat niteliklerine dikkat et. Namaz vakti geldiğinde masum olmalarına rağmen ilahi işte bir sürçme olur korkusuyla onlardan bazısının yüz rengi değişiyor ve titreyip duruyorlardı.[6] Meşhur olduğu üzere Hz. Ali (a.s), ayağına saplanan oku dışarıya çekemeyince, namaz kıldığı bir esnada haberi bile olmadan oku ayağından çektiler.[7]

Azizim! Bu işler olmayacak şeyler değildir. Bunun benzeri işler sıradan insanların hayatında bile görülmektedir. İnsan gazap veya muhabbetin galebe çaldığı bir esnada her işten gaflet eder. Güvenilir dostlarımızdan biri şöyle diyordu: “İsfahan’da birtakım serseri insanlarla yaptığım bir kavga esnasında onlardan kimisinin sadece bana yumruklarla saldırdığını gördüm. Başka bir şey hissetmedim. Bu olay bittikten sonra birkaç yerimden bıçaklandığımı fark ettim. Bu sebeple birkaç gün hastanede bile yattım.”

Elbette bunun sebebi de bellidir. Nefis, bir işe tam onlara yönelince beden mülkünden gaflet etmekte, duyuları çalışmaz hale gelmekte ve tüm himmeti, tek bir himmet haline dönüşmektedir. Bizler de ilmi tartışmalarda, -Allah bizi yersiz tartışmalardan korusun- orada meydana gelen her şeyden gaflet edecek bir hale geldiğimizi görmekteyiz. Ama ne yazık ki Allah’a ibadet dışında her şeye bütünüyle teveccüh ediyoruz ve bu yüzden de adı geçen hususları imkansız bir şey gibi görüyoruz.

Velhasıl, kalbin Allah’tan gayrisinden feragati, her ne pahasına olursa olsun insanın elde etmesi gereken önemli işlerden biridir. Bunu elde etmenin yolu da oldukça kolaydır. Bir miktar dikkat ve kontrol ile hasıl olacak bir şeydir. İnsan bir müddet hayal kuşunun iplerini eline almalı ve daldan dala uçmasını engellemelidir. Bir müddet kontrolden sonra hayal kuşu dizginlenir, çeşitli işlere yönelmekten el çeker ve hayra adet eder hale gelir. “Hayır adettir.”Böylece kalbi huzur içinde Allah’a ve O’na ibadete yönelir.

Bütün bu işlerden en önemlisi de, diğer bütün işlerin hedefi olarak değerlendirilmesi gereken kalp huzurudur. İbadetin ruhu ve hakikati de bu kalp huzuruna bağlıdır. Kalp huzuru olmaksızın hiç bir ibadetin değeri yoktur. Allah tarafından kabul edilmez. Nitekim rivayetlerde yer aldığına göre Hz. İmam Bakır ve Sadık (a.s) Fuzeyl b. Yesar’a şöyle buyurmuşlardır: “Senin için namazından, sadece kalp huzuru ile kıldığın miktarı vardır. O halde eğer tümünü yanlış kılar veya adabından gaflet edersen, dürülür ve sahibinin yüzüne vurulur.”[8]

Ebu Hamza-i Sumali şöyle diyor: “Hz. Seccad’ı namaz kılarken gördüm. İmam’ın abası yere düştü. İmam, namazı bitinceye kadar abasını yerden almadı. Namazdan sonra imama bunun nedenini sorunca şöyle buyurdu: “Yazıklar olsun sana! Acaba kimin huzurunda olduğumu biliyor musun? Kulun namazından, sadece kalp huzuru ile kıldığın miktarı kabul edilir.” Ben şöyle arz ettim “Fedan olayım! O halde biz helak olduk” İmam şöyle buyurdu: “Hayır, şüphesiz Allah mü’minler için bu eksikliği, nafileleri vasıtasıyla tamamlar.”[9]

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sizden biri yorgun, uykulu ve dalgın bir halde namaza yaklaşmamalıdır. Zira o aziz ve celil olan Allah’ın huzurunda bulunmaktadır. Şüphesiz kul için namazından, sadece kalbiyle teveccüh ederek kıldığı miktarı vardır.”[10]

Bu konuda bir çok hadis vardır. Kalb huzuru ile namaz kılmanın fazileti hakkında da bir çok hadis vardır ve biz burada naklettiklerimizle yetiniyoruz.İbret ehli için bu yeterlidir.

İmam Sadık (a.s) Abdullah b. Ya’fur’a şöyle buyurmuştur: “Ey Abdullah! Namaza veda edecek ve artık namaza dönmeyecek kimse gibi namaz kıl. Daha sonra gözlerini secde yerine dik. Eğer sağ veya solunda birinin olduğunu anlarsan, şüphesiz namazını güzel bir şekilde eda edersin. O halde O’nun seni gördüğü, ama senin kendisini göremediğin kimsenin huzurunda olduğunu bil.”[11]

Hz. İmam Sadık (a.s) hakeza şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ben sizden, farz bir namazı kılınca kalp huzuruyla Allah’a yönelen ve dünya işleriyle kalbini meşgul etmeyen mümin insanı severim. İnsan namazında Allah’a teveccüh ederse, şüphesiz Allah da yüzüyle ona yönelir ve Allah o kulu sevdikten sonra da mü’minlerin kalbini sevgiyle ona yöneltir.”[12]

Şimdi İmam Sadık’ın (a.s) mü’minlere verdiği bu müjdenin ne kadar büyük bir müjde olduğuna bir bak! Ama ne yazık ki bu marifetlerden mahrum olan biz çaresizler, Allah-u Teala’ya teveccühten de mahrumuz, Allah’ın dostluğundan habersiz bulunmaktayız ve de Allah ile dostluğu kullarla olan dostlukla kıyaslıyoruz. Marifet ehli kimseler Hak Teala’nın kendi sevdiği kulları için perdeleri/engelleri ortadan kaldırdığını söylemektedir. Bu hicapların kaldırılmasının ne kerametlerinin olduğunu sadece Allah bilir. Evliyanın emellerinin gayesi ve maksatlarının nihayeti, bu hicaplarının ortadan kaldırılmasıdır. Hz. Ali (a.s) ve masum evlatları Şabaniye duasında da şöyle demekteler: “İlahî! Bizlere sana tam olarak yönelmeyi ihsan et, kalp gözlerimizi sana bakmak ile aydınlat ki kalp gözlerimiz nurdan hicapları yırtsın ve azamet madenine bağlansın. Ruhlarımız mukaddes izzetine asılı kalsın.”[13]

Allahım! Evliyanın istediği bu kalp basiretinin nuraniyeti ve bu nuraniyet sebebiyle sana ulaşmayı istedikleri basiret nedir? İlahî! Masum imamların lisanında yaygın olan bu nurdan hicaplar nelerdir? Onların hedefinin nihayeti olan bu azamet ve celal madeni ile mukaddes izzet ve kemal nedir? Biz bunun ilmî derkinden bile mahrumuz. Nerede kaldı ki tatma veya şuhud mertebesine ulaşalım! İlahî! Biz kara günlerin siyah yüzlü insanlarıyız. Yiyecek, uyku, buğz, ve şehvet dışında bir şey bilmiyoruz. Bunlar dışında başka bir şey de öğrenmek istemiyoruz. Sen bizlere lütfünle teveccüh et, bizleri uykudan uyandır ve bu sarhoşluktan ayılt.

Özetle, ehli olana, bütün ömrünü ilahî muhabbet ve teveccühü elde etme yolunda sarf etmesi için bu bir hadis de yeterlidir; ama bizim gibi bu meydanların ehli olmayan insanlar, bununla yetinmez başka hadislere baş vururlar.

Sevab’ul A’mal kitabının yazarı kendi senediyle bizzat işitenden naklen İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu yazmaktadır: “Ne dediğini bildiği halde iki rekat namaz kılan kimsenin, namazı bittikten sonra Allah-u Teala bütün günahlarını affeder.”[14]

Hakeza Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Tefekkür ile kılınan iki rekat namaz, bir gece boyunca yapılan ibadetten daha hayırlıdır.”[15]

2. Bölüm: Kalp Huzuru

O halde anlaşıldığı üzere ibadetlerde kalp huzuru, ibadetlerin ruhu ve kalbi mesabesindedir. İbadetlerin nuraniyet ve kemal mertebeleri kalp huzuruna ve mertebelerine bağlıdır. O halde bilmek gerekir ki kalp huzurunun bir takım mertebeleri vardır, bu mertebelerden bazısı Allah’ın velilerine mahsustur ve diğer insanlar bu mertebeye ulaşmaktan mahrumdurlar. Ama diğer bazı mertebeleri ise sıradan insanlar için de hasıl olabilir. Hakeza bilmek gerekir ki kalp huzuru da genel olarak başlıca iki kısma ayrılmaktadır: İbadetlerde kalp huzuru ve Ma’bud’da (ibadet edilende) kalp huzuru.

Bu konuyu açıklamadan önce birtakım ön bilgiler vermek zorundayız ki marifet ehli kimseler şöyle demektedirler: “İbadetler kapısı mutlak bir şekilde mabudu övme kapısıdır. Fakat her biri Allah’ın sıfatlarından bir sıfat ve isimlerinden bir isimle sena etmektir. Sadece namaz Allah’ı tüm isim ve sıfatlarla sena etmektir. Bu hususa önceki bazı hadislerin şerhinde de işaret edilmiştir. Mabuda sena etmek; bütün beşerin fıtratında olan ve lüzumuna hükmettiği bir şeydir. İnsan mutlak kemal, mutlak cemal, mutlak celil, mutlak nimet sahibi ve mutlak azim için boyun eğmektedir.

Allah-u Teala’nın mukaddes zatını övmenin niteliğini hiç kimse keşfedemez. Zira bu; Allah’ın zatını, sıfatlarını gayb aleminin şehadet alemiyle ve şehadet aleminin gayb alemiyle olan ilişkisini bilmeye bağlıdır. Bu da vahy ve ilham dışında başka bir yolla bilinemez. Zira ibadetlerin tümü tevkifî (Allah’ın bildirimine bağlı) şeylerdir. Bu yüzden hiç kimse kendi nezdinden bir ibadet çıkarıp yasama hakkına sahip değildir. Büyüklerin ve sultanların huzurunda yapıla gelen saygı ve tevazuların Allah katında hiç bir değeri ve önemi yoktur. O halde insan göz ve kulağını açmalı, vahy ve risalet yoluyla ibadet ve ubudiyyetin niteliğini elde etmeli ve bu hususta hiç bir tasarrufta bulunmamalıdır.

İbadetin yaratıcıya sena etmekten ibaret olduğu anlaşılmış olduğuna göre bil ki, kalp huzuru işaret edildiği gibi başlıca iki kısma ayrılmaktadır. Birisi ibadette kalp huzuru, ikincisi mabudda (yaratıcıda) kalp huzurudur. İbadette kalp huzurunun da bir takım mertebeleri vardır ve bu da başlıca iki kısma ayrılmaktadır. Birincisi ibadette icmali (özetle) kalp huzurudur ve bu da bir ibadetle -bu, temizlik hususunda abdest ve gusül ibadeti olduğu gibi; namaz, oruç, hac vb. ibadetler de olabilir- meşgul olduğunda, hangi övgüde bulunduğunu ve Allah’ın isimlerinden hangisini söylediğini bilmese dahi insanın icmalî bir bilinç içinde olmasıdır. Arif ve kamil şeyhimiz[16] bu ibadet türünü, birisinin başka birini öven bir şiir söylemesine, bu şiiri, manasını bilmeyen bir çocuğa vererek methettiği insanın huzurunda okumasına ve çocuğa sadece bu şiirin o şahsa övgü olarak söylendiğini bildirmesine benzetmekteydi. Elbette bu kasideyi okuyan çocuk, icmalen övülenin övüldüğünü bilmekte, ama niteliğinin ne olduğunu bilmemektedir. Bizler de Hakk’ı öven çocuğa benziyoruz ve ibadetlerimizin sırlarını, bu ilahî hallerin hangi isimlerle ilgisi bulunduğunu ve hangi nitelikle Hakk’ın övgüsü olduğunu bilemiyoruz. Sadece bunlardan her birinin mutlak kamil, mutlak memduh ve mabudu sena etmek olduğunu bilmeliyiz ki Allah-u Teala da bu hususlarda kendini övmüş ve bizlere mukaddes huzurunda kendisini bu şekilde övmemizi emretmiştir.

Kalp huzurunun mertebelerinden bir diğeri de ibadetlerde tafsilî (detaylı) kalp huzurudur. Bunun kamil mertebesi halis velilerden ve marifet ehlinden başkası için hasıl olmaz. Bunun düşük mertebeleri başkaları için de hasıl olabilir ve bunun ilk mertebesi namaz ve dua gibi ibadetlerde lafızların manasına teveccüh etmektir. Bu mertebeye işaret eden bir rivayeti daha önce Sevab’ul A’mal kitabından nakletmiştik. Bunun diğer bir mertebesi de, bir miktar ibadetlerin sırrını bilmesi ve tüm durumlarda mabudu övmenin niteliğini derk etmesidir. Marifet ehli bir yere kadar namazın ve diğer ibadetlerin esrarını beyan etmişlerdir. Masumların rivayetlerinde yer alan işaretlerden mümkün olduğu kadar istifade etmişlerdir. Gerçi bu hakikatin aslını anlamak çok az insana nasip olmaktadır; ama söylendiği kadarı da ehli için bir ganimettir.

Mabudda kalp huzuruna gelince; bunun da bir takım aşamaları vardır ve başlıca üç mertebeden oluşmaktadır.

Birincisi efalî tecellilerde kalp huzurudur. Diğeri esmaî ve efalî tecellilerde olan kalp huzurudur. Üçüncüsü ise zatî tecellilerde kalp huzurudur. Bunlardan her birisinin de genel olarak dört mertebesi vardır. Bunlar ilmî mertebe, imanî mertebe, şuhudî mertebe ve fenaî mertebedir. Efalî tecellilerde ilmî kalp huzurunun manası; sâlik ve ibadet eden şahsın, ilim ve delil esasınca, bütün vücud mertebeleri ile gayp ve şuhud makamlarının, Allah-u Teala’nın tecellisinin feyzinin gölgesi olduğunu bilmesidir. Tabiat aleminin en sonundan, en yüce melekut ve en büyük ceberut alemine kadar var olan her şey, eşit bir şekilde ve aynı tarzda Allah’ın huzurunda hazır haldedir. Hepsi de Allah’ın meşiyetinin tecellisinin gölgesidir.

Nitekim Kafi’de yer alan bir hadiste Eba Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala meşiyyeti (iradeyi), meşiyetle yarattı; sonra da her şeyi bu meşiyetiyle vücuda getirdi.”[17]

O halde meşiyyet bizzat zatın tecellisidir ve diğer varlıklar ise bu meşiyet vasıtasıyla yaratılmıştır. Biz şu anda bu konuyu kanıtlarla ispat etmek istemiyoruz. O halde bu konuyu ilim ve kanıt üzere bilen ibadet ehli kimse; kendisinin, ibadetlerinin, ilminin, iradesinin, kalp hareketlerinin, zahir ve batınının tümüyle Allah’ın huzurunda hazır olduğunu, hatta hepsinin bizzat huzur-i ilahi olduğunu anlar. Eğer akıl kalemiyle bu kanıtsal konuyu kalp levhasına yazdıracak ve kalbini, ilmî ve amelî riyazetlerle bu yakinî/imanî meseleye iman ettirecek olursa, o zaman tecellide kalp huzuru, imanî olarak vücuda gelir. Bu imanın kemali, mücahede, riyazet ve kalbin kamil takvasından sonra da ilahî hidayete nail olur ve kalbi için açıkça ve gözle görülür bir şekilde efalî tecellilerden bir nasip hasıl olur. Sonunda kalp tümüyle tecellilerin aynası haline gelir ve sâlik için sa’k (kendinden geçiş) ve fena makamı ortaya çıkar. Bu ise, huzurda olanın, efalî tecellilerde fenaya ermesiyle sonuçlandığı, kalp huzurunun son mertebesidir. Bazı sülûk ehli kimseler, bu sa’k (kendinden geçiş) mertebesinde ebedi olarak kalır ve bir daha da kendilerine gelmezler.

Eğer sâlikin kalbi, Allah’ın ezeldeki feyz-i akdes’i[18] sayesinde daha yüce bir kabiliyetle donatılmışsa, bu sa’k (kendinden geçiş) makamından sonra kendine gelir, ünsiyet elde eder ve memleketine geri döner. Dolayısıyla esmaî tecellilerin mazharı olur. Bu mertebeleri kat ederek sıfatî fenaya nail olur. Böylece de ayn-i sabit’i[19] ile uyumlu olan ilahî isimlerden birinde fani olur. Bir çok sülûk ehli de bu esmaî fenada baki kalır ve kendilerine gelemezler.

Belki de “Velilerim kubbemin altındadır, benden başkaları onları tanıyamaz” kudsi hadisi, bu velilere işaret etmektedir. Ama eğer feyz-i akdes’in tecellisindeki kabiliyeti bundan fazla olursa, bu sa’k (kendinden geçiş) ve fenadan sonra ünsiyet hasıl olur, sâlik kendine gelir ve zatî tecellilere mazhar olur. Dolayısıyla zatî fena ve külli/tümel sa’k mertebesinden sonra seyir sona erer ve tam fena hasıl olur. “Allah’a ve elçisine hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm çatan kişinin mükafatı şüphesiz Allah’a düşer.”[20] Bazıları bu ayetin evliyaullaha ve ilallah sâliklerine işaret ettiğini söylüyorlar. Bu sâliklerin mükafatı da sadece Allah’a aittir.

Bazen sâlik bu makamda da uyanır; kabiliyeti ve “ayn-i sabit”inin ihatası oranında insanların hidayetine kalkışır. “Ey bürünüp sarınan, kalk ve uyar.”[21]

“Ayn-i sabit”i, ism-i a’zam’a (Allah’ın en büyük ismine) tabi olursa nübüvvet dairesi onunla sona erer. Nitekim nübüvvet Resulullah’la son bulmuştur. İlk ve son varlıklardan, mürsel peygamberlerden ve nebilerden (H.z Muhammed -s.a.a- dışında) hiç birinin “ayn-i sabit”i, ism-i a’zam’a ve zatın tüm boyutlarıyla zuhuruna tabi olmamıştır. Bu yüzden tüm boyutlarıyla zuhur etti, hidayetin nihai zuhuru hasıl oldu ve külli/tümel keşif gerçekleşti. Nübüvvet, mukaddes vücuduyla sona erdi. Farzen evliyadan biri, o mukaddes zat ve hidayeti vesilesiyle bu makama erecek olursa, keşfi aynen bu (Muhammedî) keşif olacaktır. Zira teşri ve yasamada tekrar caiz değildir. O halde nübüvvet dairesi Peygamber’in (s.a.a) mukaddes vücuduyla son bulmuş ve hadis-i şerifte yer aldığı üzere Peygamber (s.a.a), nübüvvet binasının son taşını da gediğine koymuştur.

Bilmek gerekir ki ibadetler ve ibadetlerin manevi nitelikleri, bu makamlardan her birisinin ehli için oldukça farklılık arz etmektedir. Bunlardan her birisi için, Hakk ile münacattan elde ettiği bir nasip vardır ki, bu makama nail olmamış kimseler için bu nasip söz konusu değildir. Elbette Hz. İmam Sadık (a.s) için ibadet halinde hasıl olanlar, başkaları için mümkün değildir. Nitekim Seyyid b. Tavus şöyle diyor: “Nakledildiği üzere imam Sadık (a.s) namazda Kur’an okurken birden bire kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelince, bunun sebebini sordular. İmam (a.s) cevap olarak şöyle buyurdu: “Sürekli Kur’an ayetlerini tekrarladım. Sonunda mükaşefe ve açık bir şekilde ayetleri kılandan işitir bir halete erdim. Dolayısıyla beşeri gücüm ilahî celali mükaşefeye dayanamadı.”[22]

Resulullah (s.a.a) için ortaya çıkan halet, varlıklardan hiç birisi için söz konusu değildi. Nitekim meşhur hadiste şöyle yer almıştır: “Allah’la öyle bir haletim var ki hiç bir mukarreb melek ve mürsel nebi o haleti elde edemez.”[23]

Vazgeçelim bu konudan ki, lafız dışında bir nasibimiz yok bundan. Bizim için önemli olan, evliyanın makamlarından mahrum olsak da bunları inkar etmememiz ve teslim olmamızdır. Zira velilerin emrine teslim olmanın da bir çok faydası vardır. Allah korusun, inkarın ise bir çok zararı vardır. “Allahım! Ben onların emrine teslim olmuşum” Allahın rahmeti hepsinin üzerine olsun.

 3. Bölüm: Amellerin Tecessümü

Bil ki ibadetlerde kalp huzuru, sadece kalbe ibadetlerin ehemmiyetini anlatmakla mümkündür. Bu da sadece ibadetlerin esrar ve hakikatlerini derk etmekle elde edilebilir. Bu her ne kadar bizler için mümkün olmasa da, Ehl-i Beyt (a.s) hadislerinden ve marifet ehlinin sözlerinden anladıklarımızı, benim gibilerin haline uygun ve bu sayfalara elverişli olduğu kadarıyla zikretmeye çalışacağız.

Defalarca işaret ettiğimiz gibi güzel amel ve ibadî fiillerin her birinin, batınî ve melekutî sureti ve ibadet edenlerin kalbinde oluşan bir takım eserleri vardır. Ama batınî suretler, berzah ve cismani cennetin bayındır kılındığı şeylerden ibarettir. Zira rivayetlerde de yer aldığı üzere cennetin zemini bomboş bir yerdir.[24] Bina ve imar maddesi ise rivayetlerde de yer aldığı üzere zikir ve amellerdir. Nitekim ilahî kitapta yer alan bir çok ayetler de amellerin tecessümüne delalet etmektedir. Örneğin: “Kim bir zerre miktarınca hayır işlerse onu görür ve kim de zerre miktarınca kötülük yaparsa onu görür.”[25] Hakeza “ve yaptıklarını hazır buldular.”[26]

Amellerin tecessümüne ve amellerin melekutî/gaybî suretlerine delalet eden rivayetler de çeşitli bablarda yer almıştır. Biz bunlardan bazısını zikretmekle yetineceğiz.

Hz. İmam Sadık şöyle buyurmuştur: “Namazını vaktinde ve şartlarına riayet ederek kılan kimsenin namazını melekler tertemiz bir şekilde göklere kaldırır. O namaz (sahibine) şöyle der: Beni koruduğun gibi, Allah da seni korusun. Beni yüce bir melek emanet aldı.” Ama namazını özrü olmaksızın erteleyen ve şartlarına riayet etmeyen kimsenin namazını melekler, simsiyah ve karanlık bir halde göklere götürür. Namazı sahibine şöyle seslenir: “Sen beni zayi ettin, Allah da seni zayi etsin. Bana riayet etmedin, Allah da sana riayet etmesin.”[27]

Bu hadisten amellerin melekutî suretleri anlaşıldığı gibi, amellerin hayatı ve hayatî özellikleri de istifade edilmektedir. Bu bir takım kanıtların da gerektirdiği bir husustur. Hadisler tüm varlıkların melekutî bir hayata sahip olduğuna ve melekutî alemin baştanbaşa ilim ve hayat olduğuna delalet etmektedir: “Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur.”[28]

Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah mü’mini kabirden çıkarınca, onunla önünden yürüyen bir misal (melekutî suret) de çıkar. Mü’min kıyamet dehşetlerinden birini görünce, o misal kendisine şöyle der: “Korkma ve üzülme; seni aziz ve celil olan Allah tarafından yücelik ve saadetle müjdeliyorum.” Sonra Allah’ın huzurunda durur, Allah onu kolay bir hesaba çeker ve ona cennete gitmesini emreder. O misal yine önünden gider. Mü’min ona şöyle der: “Allah sana rahmet etsin. Sen benimle kabirden çıkan iyi bir “çıkıcı”sın. Görünceye kadar da hep beni Allah’tan bir yücelik ve saadetle müjdeledin, sen kimsin?” O şöyle der: “Ben senin dünyada mü’mine verdiğin sevincin misaliyim. Allah beni, seni müjdelemem için ondan yaratır.”[29]

Bu hadis-i şerif ahirette amellerin tecessümüne delalet etmektedir. Nitekim Şeyh Behauddin, bu hadisin şerhinde şöyle demiştir: “Bazı hadis-i şerifler inançların tecessümüne delalet etmektedir. O halde doğru amel ve inançlar, güzel görünümlü ve nuranî bir surette zahir olmaktadır. Bu suretler sahibini tam bir sevinç ve mutluluk içine sokmaktadır. Kötü amel ve inançlar da zulmanî ve çirkin bir surette zahir olmaktadır. Bu suretler de sahibine keder ve üzüntü vermektedir. Nitekim bazı müfessirler “Herkes yaptığı iyiliği o gün hazır bulur ve yaptığı kötülükle kendi arasında uzun bir mesafe olmasını diler.”[30] ayetinin tefsirinde bu ayetin bizleri şu ayete irşad ettiğini söylemişlerdir: “O gün insanlar işlerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük dönerler.”[31] Bu ayette bir kelimenin takdirde olduğunu, “liyurev cezae a’malihim” anlamına geldiğini ve de “liyurev” cümlesindeki zamirin “ameller”e döndüğünü söyleyenler doğrudan uzak düşmüşlerdir.”

Bu makamda bazı büyük muhaddisler[32] çok ilginç şeyler söylemişlerdir ki, zikredilmemesi daha evladır. Bunlar amellerin tecessümü ile cismanî dirilişin arasında bir aykırılığın olduğunu zannetmişlerdir. Halbuki bu onu teyid etmektedir. Bu hadiste geçen “temessül” (görünmek) kelimesi “O da düzgün bir beşer kılığında görünmüştü”[33]ayetindeki “görünmüştü” kelimesinin aynısıdır ve hakikatte cismani suretle temessül etmiştir; zan, hayal ve rüya gibi bir şeyle değil. Velhasıl sırf aklımız almıyor ve daha çok filozofların görüşüne uygundur diye, yerinde de ispat edildiği üzere güçlü kanıtlarla uyumlu olan bir takım ayet ve rivayetleri zahirinden uzaklaştırıp tevil etmemiz güzel bir şey değildir. En iyi şey, Allah ve masum velilerin yüce mukaddes huzurunda teslim olmaktır.

O halde anlaşıldığı üzere Allah-u Teala’nın kabul ettiği her amelin huriler, saraylar, yüce cennetler ve cari nehirler cinsinden güzel suretleri vardır. Alemde hiç bir varlık boş yere yaratılmamaktadır. Aksine varlıklar arasında kamil veliler dışında hiç kimsenin keşfedemediği birtakım aklî bağlar vardır. Velhasıl bu konu aklî ve felsefî kanıtlarla da uyum halindedir.

O halde ahiret alemindeki hayat ve lezzetler, kemali suretleri o aleme intikal eden ameller ile Muhammedî tam bir keşifle bu din ehlinin elde ettiği ibadî amellerdir. Amellerin güzellik ve kemali de niyet, kalb teveccühü ve sınırlara riayet etmeye bağlıdır. Bu özelliklere veya en azından bazısına sahip olmayan bir amel makbul değildir ve de diğer alemde insanın karşılaşacağı oldukça çirkin bir surete sahip olacaktır. Nitekim rivayetlerde de böyle yer almıştır. O halde gayb alemine, enbiya ve evliya ile marifet ehlinin sözlerine iman eden ve ebedi hayata ilgi duyan bir insan, her türlü riyazet ve zahmetle amellerini ıslah etmeye çalışmalıdır. Zahir ve suretini İslam şeriatına mutabık hale getirdikten sonra, batın ve siretini de ıslah etmeli ve en azından farzları kalb huzuruyla eda etmeli, eksiklerini de nafile namazlarıyla telafi etmelidir. Nitekim rivayetlerde de yer aldığı üzere nafile namazlar, farzların eksik taraflarını telafi etmekte ve kabul edilmesini sağlamaktadır.

İmam Bakır (a.s) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki nafileler farzlardan bozuk olanları tamamlamak için karar kılınmıştır.”[34]

Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kul için namazının sadece dörtte biri veya sekizde biri veya yarısı veya kalp huzuruyla kıldığı miktarı semaya yükselir. Ama Allah-u Teala bunu nafile namazlarıyla telafi eder.”[35]

Bu çeşit rivayetler oldukça çoktur. Bizim unutkanlık, dalgınlık ve namazın kemaline aykırı benzeri haletlere sahip olduğumuz bilinen bir şeydir. Allah-u Teala kamil lütfüyle eksiklerimizi gidermek için nafileleri karar kılmıştır. Bu yüzden mümkün olduğu kadarıyla bundan gaflet etmemeli ve nafileleri terk etmemeliyiz.

Velhasıl ey aziz! Biraz bu gafletten uyan, işlerinde tefekkür et. Amel sayfana bir bak. Namaz oruç, hac vb. salih bildiğin amellerinin, ahirette bizzat kendi başına bela kesilmesinden kork. Bu alemde fırsat varken kendini hesaba çek ve amellerinin tartısını kur. Amellerini şeriat ve Ehl-i Beyt’in velayet terazisinde tart. Amellerinin sıhhat, fesad, kemal ve noksanlığını tespit et. Fırsat olduğu kadarıyla bunları telafi et. Kendini burada muhasebe etmezsen, o alemde seni muhasebe ederler ve böylece büyük belalara düçar olursun. İlahi adalet terazisinden kork, hiç bir şeyine aldanma ve ciddiyetini kaybetme. Biraz da masum olan Ehl-i Beyt’in (a.s) amel sayfasına bir göz at. Amelleri üzerinde tefekkür et. İşlerin ne kadar zor, yolun ise ne kadar karanlık ve ince olduğunu anla. Şimdi de şu hadisi oku ve bu özet bilgilerden gereken dersi al.

Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah’a andolsun Hz. Ali (a.s) dünyadan göçünceye kadar da asla haram bir şey yemedi. Kendisine Allah’ın razı olduğu iki şey arz edildiğinde o bedenine en ağır geleni tercih ederdi. Resulullah herhangi bir zorlukla karşılaşınca kendisine olan güvenden ötürü mutlaka Hz. Ali’yi yanına çağırırdı. Bu ümmetten Resulullah’ın amellerine Hz. Ali’den başka hiç kimse takat getiremedi. Her zaman korkan bir insan gibi amel ederdi. Adeta cennet ve cehennem arasında bulunuyor gibiydi. Sevabı ümid ediyor ve ceza korkusunu taşıyordu. Allah yolunda ve ateşten kurtulmak amacıyla el emeği ve alın teriyle elde ettiği bin köleyi azad kıldı. Ailesinin yemeği zeytinyağı, sirke ve hurmaydı. Elbisesi ketenden idi. Elbisesinin kolu uzun olduğunda makas ister ve onu kısaltırdı. Evlatları arasında anlayış ve elbise giyinişinde ona en çok benzeyen İmam Zeynu’l Abidin idi. Günün birinde oğlu İmam Bakır (a.s) yanına vardı, babasının ibadette hiç kimsenin ulaşmayacağı bir makama ulaşmış olduğunu gördü. Uykusuzluktan rengi solmuş, gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş, mübarek alnı ve burnu uzun secdeden dolayı yaralanmış, ayakları namaz kılmaktan şişmişti. Nitekim Hz. İmam Bakır (a.s) şöyle buyuruyor: Onu bu durumda görünce kendimi tutamadım, ona acıyarak ağladım. O anda tefekkür ediyordu. İçeri girdikten bir müddet sonra bana teveccüh etti ve şöyle buyurdu: “Ey evladım! Ali b. Ebi Talib’in ibadetlerinin yazılı olduğu o sahifeyi bana getir.” Ben sahifeyi verince ondan bir miktar okudu, daha sonra büyük bir hüzün ve rahatsızlık içinde o sahifeyi elinden bıraktı ve şöyle buyurdu:“Kim Ali b. Ebi Talib’in sahib olduğu ibadet gücüne sahib olabilir?”[36]

Hz. İmam Bakır (a.s) ise şöyle buyurmuştur: Ali b. Hüseyin (a.s) her gece ve gündüz boyunca bin rekat namaz kılar ve rüzgar onu bir başak gibi hareket ettirdi.”[37]

Azizim! Bu hadis-i şerifler üzerinde biraz tefekkür et. İmam Bakır (a.s) masum olmasına rağmen babasının şiddetli ibadet haleti karşısında ağlamıştır. İmam Zeyn’ul Abidin de o dikkat göstermesine ve ibadet etmesine rağmen Ali b. Ebi Talip’in sahifesini okuyunca ibadetleri hususunda acizliğini itiraf etmiştir. Şüphesiz Hz. Ali’nin ibadetini yapmak hiç kimsenin harcı değildir. İnsanlar masumların yaptığı ibadetten acizdir. Ama bu yüce makamdan aciz olanlar, her şeyi terk etme durumuna da düşmemelidir.

Bilmek gerekir ki bu ibadetler haşa, boş ve abes şeyler değildir. Aksine bu yol, oldukça tehlikeli ve dakik bir yoldur. Gerçek marifetlere sahib olan kimseler, ölüm ve kıyamet sonrası olaylar oldukça zor olduğu için acizlik ve ısrar izharında bulunmuşlardır. Bizim bu işleri hafife almamız ise inanç ve iman zayıflığı ile cehalet ve bilgisizlikten kaynaklanmaktadır.

İlahi! Sen, kulların batınından haberdarsın; kusurlarımızı, zayıflığımızı ve güçsüzlüğümüzü biliyorsun. Biz senden daha istemeden, sen bizleri rahmetine gark ettin. Senin nimetlerin istenmeden verilen nimetler ve ihsanların istek ve kabiliyet aramayan ihsanlardır. Biz şu anda suçlarımızı itiraf ediyoruz. Senin sonsuz nimetlerine küfranda bulunduk. Biz kendimizi elim azaba ve cehenneme müstahak biliyoruz. Bizim yanımızda hiçbir şey yok ve elimizde hiç bir vesile bulunmamaktadır. Sadece senin lütuf, acıma ve rahmet genişliğin üzere enbiyanın diliyle bildirdiklerin dışında bir şeye sahip değiliz. Biz kabiliyetimiz oranında seni bu sıfatla tanıdık. Sen şu bir avuç toprağa (insana) rahmet ve fazlın dışında bir şeyle karşılık verir misin? Senin geniş rahmetin nerede? Kapsamlı ellerin, geniş ihsanın ve keremin nerededir ey Kerim?!

4. Bölüm: İbadet İçin Feragatin, Kalp Zenginliğine Sebep Olduğunun Beyanı Hakkında

Bilmek gerekir ki zenginlik, nefsin kemali sıfatlarındandır. Hatta mutlak varlığın kemal sıfatlarından biridir. Bu yüzden de zenginlik; Allah-u Teala’nın zatî sıfatlarından biri (el-gani) sayılmaktadır. Mal zenginliği nefsanî zenginliğe sebep olmaz. Aksine nefsani zenginliği olmayanlar, mal ve servete sahip olduklarından daha fazla hırs ve tamaha kapılmakta ve daha muhtaç bir duruma düşmektedirler. Zira bizzat gani olan Allah’ın mukaddes dergahı dışında, hiç bir yerde gerçek zenginlik elde edilemez. Bir zerre topraktan, alemlerin zirvesine, heyula-i uladan (ilk özdek) yüce ceberut alemine kadar[38] tüm varlıklar fakir ve muhtaçtır. Bu yüzden kalp, hangi ölçüde Allah’tan gayrisine teveccüh ederse ve kalbin batını, mülk ve dünya alemini imara yönelirse, bu ihtiyaç ve fakirlik daha da artar. Kalbi ihtiyaç ve fakirlik ki malumdur ve izaha gerek yoktur. Zira bu kalbî bağlılık ve ilgi; bizzat ihtiyaç ve fakirliktir. Kalbî ihtiyaç ve fakirliği güçlendiren dış/haricî fakirlik ve muhtaçlık da hızla artış kaydeder. Zira hiç kimse bütün işlerini tek başına yapabilme gücüne sahip değildir. O halde bu hususta başkalarına ihtiyaç duyar. Servet sahipleri zahirde ihtiyaçsız gözükse de, derin bakıldığı takdirde mallarının çokluğu oranında ihtiyaçlarının da çoğaldığı kolayca anlaşılmaktadır. O halde mal sahipleri; zenginler kılığındaki fakirler ve varlıklılar elbisesindeki yoksullardır. Kalp ne kadar işleri idare etmeye ve dünyayı imar etmeye yönelir, dünyaya olan ilgisi artarsa, daha çok zillet tozuna bürünür, zillet ve ihtiyaç karanlığı gittikçe artış kaydeder. Ama tam tersine; insan dünya sevgisini bir kenara iter, kalbi mutlak gani olan Allah’a yönelir, varlıkların zatî fakirliğine iman eder, varlıkların hiç birinin kendiliğinden bir şeye sahip olmadığına, Allah’ın katından başka hiç bir yerde izzet, kudret ve saltanatın bulunmadığına inanırsa ve can-u gönülden o gaybi dilden ve melekuti münadiden “Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız, Allah ise müstağnidir, övülmeğe layık olandır”[39] ayetini işitirse, o zaman kalbi iki alemden müstağni hale gelir. Kalbî o kadar zenginliğe erer ki Süleyman’ın mülkü bile gözüne bir hiç gelir. Yeryüzü hazinelerinin anahtarlarını bile ona verseler, buna itina göstermez. Nitekim rivayette yer aldığı üzere Cebrail yeryüzü hazinelerinin anahtarını Resulullah’a takdim etmiş, ama Resulullah kabul etmemiş ve tevazu göstererek fakirliği bir kıvanç kabul etmiştir. Hz. Ali (a.s) ise İbn-i Abbas’a şöyle buyurmuştur: “Bana göre dünyanız, şu yamalı ayakkabıdan daha değersizdir.”[40] Ali b. Hüseyin ise şöyle buyurmuştur: “Ben dünyayı yaratıcısından istemekten bile utanıyorum; nerede kaldı ki kendim gibi olan birinden dileyeyim!”[41]

Masumlar dışındaki insanlara gelince… Necmuddin Kübra[42] sert açıklamalarının ardından bakınız ne diyor: “Zenginlerle oturup kalkma karşılığında dünya malı ve mülkünü; fakirlerle oturma kalkma karşılığında ise dünya ve ahiret mutsuzluğunu bana verecek olsalar ve beni bu ikisinden birini seçme hususunda serbest bıraksalar, şüphesiz ben dünya ve ahiret mutsuzluğu içinde fakirlerle oturup kalkmayı tercih ederim. Zira ateş utançtan daha iyidir.”[43]

Evet; onlar, dünya hazineleri ve malına teveccüh etmenin ve zenginlerle oturup kalkmanın kalpte ne tür zulmetler icat ettiğini çok iyi biliyorlardı. İradeyi nasıl zayıflattığını, kalbi nasıl fakirleştirdiğini ve mutlak kamil merkezî noktaya teveccühten alıkoyduğunu derk etmişlerdi. Ama kalbi, kalp sahibine ve evi de kendi sahibine teslim eder, gayrisine tasarruf hakkı tanımazsan, O’ndan başkasından yüz çevirirsen ve evi gaspçıya teslim etmezsen, o zaman ev sahibi orada tecelli eder. Şüphesiz mutlak ganinin tecellisi de mutlak zenginlik getirir. Kalbi izzet ve zenginlik deryasına gömer ve kalp ihtiyaçsızlık ile dolar. “İzzet Allah’ın Resul’ünün ve müminlerindir.”[44] Dolayısıyla o evi de sahibi yönetir ve insanı kendi başına bırakmaz. Bizzat kendisi; kula ait tüm işlerde tasarrufta bulunur. Öyle ki onun kulak, göz, el ve ayağı olur. Bu da nafilelerin yakınlığının neticesinde hasıl olan bir şeydir. Nitekim hadis-i kutside şöyle yer almıştır: “Kul nafilelerle bana yakınlaşır ve ben de onu severim. Ben onu sevince de duyan kulağı, gören gözü, konuşan dili ve tutan eli olurum.” [45]

Böylece kulun tüm ihtiyaçları ortadan kalkar ve iki alemden müstağni hale gelir. Bu tecelli sayesinde tüm varlıklardan korkusu da yok olur. Yerine Allah korkusu yerleşir. Tüm kalbini Allah’ın azamet ve haşmeti kaplar. Allah’tan gayrisinin hiç bir azamet, haşmet ve tasarrufu olmadığına inanır. “Varlık aleminde Allah’tan başka etken yoktur”hakikatini gönlüne yerleştirir.

Şerhiyle meşgul olduğumuz hadiste de bu anlamlardan bazısına işaret edilmiş ve, “İbadetim için kalp feragatini elde edersen ben de kalbini zenginlikle doldururum.” diye buyurulmuştur. Bu ibadet için kalp feragati, insanı yavaş yavaş kalp huzurunun en yüksek mertebesine de ulaştırabilir.

Bu zikrettiklerimiz kalp huzurunun sadece bazı etkilerinden ibarettir. Eğer kalp Hakk ile meşgul olmaz ve teveccüh için feragat elde etmezse, bu gaflet; tüm şekavetler, noksanlıklar ve kalp hastalıklarının kaynağı olur. Bu gaflet vasıtasıyla kalbinde bulanıklık ve zulmetler vücuda gelir. Kalp ile Hakk arasında kalın hicaplar oluşur ve hidayet nuru kalbe giremez olur. Dolayısıyla ilahî tevfiklerden mahrum düşer. Kalbi dünyaya yönelir, karın ve tenasül organını tatmine koyulur. Böylece enaniyet deryasına gömülür, nefsi başıboşluğa kayar, bencillik adımlarıyla hareket eder. Zatî zilleti ve hakiki fakirliği zahir olur. Tüm hareket ve duruşlarında Allah’tan uzak düşer ve Allah’tan yardım göremez hale gelir. Nitekim şerhiyle meşgul olduğumuz hadiste de bu anlamlardan bazısına işaret edilmiş ve şöyle buyurulmuştur: “Ama eğer sadece bana ibadete koyulmazsan, kalbini dünya ile meşgul kılarım, fakirliğini gidermem ve seni isteğinle baş başa bırakırım.

Bir Espri

Bilmek gerekir ki işlerin kula bırakılması ve kula tefviz edilmesi anlamında değildir. Zira irfan ekolü, kanıt mesleği ve doğru mezhepte tefviz, imkansız ve batıl olan bir şeydir. Hiç bir varlık Hakk’ın tasarrufu ve kudretinin dışına çıkamaz ve işlerinde tasarrufta kendi başına bırakılamaz. Ama, kalp Allah’tan gaflet edip dünyayla meşgul olunca, onda tabiat hükmü hakim olur ve kalbinde enaniyet galip gelir. Dolayısıyla kalbi bencillik ile dolar. Bunlar da “seni isteğinle baş başa bırakırım” diye tabir edilmiştir. Ama kalbi Allah’a yönelir ve baştan başa Hakk’ın nuruyla dolarsa, ister istemez tasarrufları ve hatta bazı merhalelerde vücudu da hakkanî olur. Nitekim nafilelerin icat ettiği yakınlığı beyan eden Kafi’deki hadiste de bu makamlardan bazısına işaret edilmiştir. Yine de Allah bilir.



[1] Usul-i Kafi, c. 2, s. 83, Kitab’ul İman ve’l Küfr, Babu’l İbadet, 1. Hadis.

[2] Bir şeyle uğraşmaktan ve bir işten çekilme, huzur, istirahat (Müt.)

[3] Furu-i Kafi, c. 3, s. 296, Kitab’us-Salat, Bab-u Men Hafeze ala salatihi ev zeyyeêha, 7. hadis

[4] Furu-i Kafi, c. 3, s. 270, Kitab’us-Salat, Bab-u Men Hafeze ala salatihi ev zeyyeêha, 15. hadis

[5] Keşf’ul Mehecce, s. 31, 48. fasıl

[6] İmam Bakır (a.s), babasının namazı hakkında şöyle buyurmuştur: “Ali b. Hüseyin (a.s) gece ve gündüz, bin rekat namaz kılıyordu. Rüzgar onu, bir başak gibi salıyordu. Onun beşyüz hurma ağacı vardı. Her hurma ağacının altında iki rekat namaz kılıyordu. Namaza durunca rengi soluyordu. Padişah karşısında duran bir köle gibi duruyor, bedeninin organları Allah korkusundan titriyordu. Namazla vedalaşan ve artık bir daha namaz kılamayacağını gören bir kimse gibi namaz kılıyordu.” (Bihar’ul-Envar, c. 46, s. 80, Tarih-u Seyyid’is-Sacidin, 5. bab, 75. hadis)

[7] Cami’us Saadat, c. 1, s. 328

[8] Furu-i Kafi, c. 3, s. 363, Kitab’us-Salat, Bab-u Ma Yukbelu min Salat’is-Sahi, 4. hadis

[9] Vesail’uş-Şia, c. 4, s. 688, Kitab’us-Salat, 3. bab, Ebvab-u Ef’ali’is-Salat, 6. hadis

[10] Hisal, s. 613, Bab’ul-Vahid ile’l-Mie, 10. hadis ve Vesail’uş-Şia, c. 4, s. 687, Kitab’us-Salat, Ebvab-u Ef’al’is-Salat’dan 3. bab, 4. hadis

[11] Sevab’ul-A’mal ve İkab’ul-A’mal, s. 57, Sevab’us-Salat, 2. hadis ve Vesail’uş-Şia, c. 4, s. 685, Kitab’us-Salat, Ebvab-u Ef’al’is-Salat’dan 2. bab, 5. hadis

[12] Sevab’ul-A’mal ve İkab’ul-A’mal, s. 163, Sevab’ul-Vera’ ve’z-Zuhd ve İkbal ilallah, 1. hadis ve Vesail’uş-Şia, c. 4, s. 686, Kitab’us-Salat, Ebvab-u Ef’al’is-Salat’dan 2. bab, 6. hadis

[13] Münacat-i Şabaniye’den bir bölüm. Bihar’ul-Envar, c. 91, s. 97-99, Kitab’uz-Zikr ve’d-Dua, 32. bab, 12. hadis; İkbal’ul-A’mal, A’mal-i Mah-i Şa’ban ve Misbah’ul-Mutecehhid ve Silah’ul-Muteabbid, s. 374

[14] Sevab’ul-A’mal ve İkab’ul-A’mal, s. 67, Sevab-u Men Sella Rek’eteyn Ye’lemu ma Yekulu fihima, 1. hadis ve Vesail’uş-Şia, c. 4, s. 686, Kitab’us-Salat, Ebvab-u Ef’al’is-Salat’dan 3. bab, 2. hadis

[15] Sevab’ul-A’mal ve İkab’ul-A’mal, Sevab-u Men Sella Rek’eteyn hafifeteyn fi Tefekkur, s. 67-68, 1. hadis ve Vesail’uş-Şia, c. 4, s. 688, Kitab’us-Salat, Ebvab-u Ef’al’is-Salat’dan 3. bab, 5. hadis

[16] Merhum Şahabadî (Müt.)

[17] (Usul-i Kafi, c. 1, s. 110, Kitab’ut-Tevhit, Bab’ul-İradeti Enneha min Sıfat’il-Fi’l, 4. hadis

[18] Allah’ın iki tür tecellisi vardır. Birincisi isimler kesretinin şaibesinden ve imkanî varlıkların noksanlıklarından münezzeh olan Feyz-i Akdestir. Bu tecelli varlıkların ve kabiliyetlerinin oluşum nedeni olan zati ve hubbi/sevgisel tecellidir. İkinci tecelli ise varlıkların kabiliyetlerinin dış alemde gerektirdiği şeylerin zuhur etmesine neden olan esmai esmaî tecellidir. (Müt.)

[19] İrfan ilminde, varlık âlemi yaratılmadan önce, onların ilâhî ilimdeki varlığına “a’yn-ı sabit” adı verilir ve bu ilmî varlıklara, ilâhi isimlerin gölgeleri denilir. O ilmî varlık, şehadet âlemine getirildiğinde gölgenin gölgesi kadar bir varlık mertebesine sahip kılınır. Zira, nesnel varlıklar, “a’yn-ı sabit”in ve “a’yn-ı sabit” de ilahi isimlerin gölgeleridir. (Müt.)

[20] Nisa/100.

[21] Müddessir/1-2

[22] Felahu’s Salih, s. 107-108, Bab-u Edeb’il Abd fi Kıraat’il Kur’an fi’s Salatihi

[23] Erbein-i Meclisi, s. 177, 15. hadisin şerhinde, az bir farklılıkla yer almıştır.

[24] İlm’ul Yakin c. 2, s.1060

[25] Zilzal/7-9

[26] Kehf/49

[27] Emali, s. 256, Meclis’ur-Rabi’ ve’l-Erbeun, 10. hadis, az bir farklılıkla ve Vesail’uş-Şia, c. 3, s. 90, Kitab’us-Salat, Ebvab’ul-Mevakit’ten 3. bab, 17. hadis, az bir farklılıkla.

[28]Ankebut/64

[29] Usul-i Kafi, C: 2, s. 190. Kitabu’l İman ve’l Küfr, . Hadis.

[30] Al-İ İmran/30

[31] Zelzele, 6

[32] Mir’et’ul-Ukul, c. 9, s. 59, Kitab’ul-İman ve’l-Kufr, Bab-u İdhal’is-Surur ale’l-Mu’minin, 8. hadis

[33] Meryem/17

[34] İlel’uş Şerayi c. 2, s. 329, 24. bab, 4. hadis ve Vesail’uş Şia, c.3, s.54, Kitab’us Salat, Ebvab-u E’dad’il Feraiz bablarından 17. bab, 10. hadis

[35] a.g.e, 12. hadis

[36] İrşad, s. 255-256

[37] İrşad, s. 256

[38] İrfan ilminde belirtildiği üzere Allah bilinmeyi istedikten sonra varlığını üç isimle belirlemiş ve tecelli ettirmiştir.

a- Ceberut (ilahi kudret) alemi: Birinci taayyün, birinci tecelli, ilk cevher ve Hakikat-ı Muhammediye olarak da bilinir.

b- Melekut (melekler) alemi: İkinci taayyün, ikinci tecelli, misal ve hayal alemi, emir ve tafsil alemi, sidre-i münteha (sınır ağacı) ve berzah da denir.

c- Şehadet (şahitlik) ve mülk alemi:Üçüncü taayyün, nasut (insanlık), his ve unsurlar alemi, yıldızlar, felekler (gökler), mevalid (doğumlar) ve cisimler alemi diye bilindiği gibi, arş-ı a’zam da bu makamdan sayılır. (Müt.)

[39] Fatır/15

[40] Abdullah b. Abbas şöyle diyor: “Cemel savaşına giderken Basra yakınlarındaki “Zikar” bölgesinde Hz. Ali’nin yanına vardım. Hz. Ali oturmuş yırtık ayakkabısını dikiyordu. Bana, “Bu ayakkabımın değeri ne kadardır?” diye buyurdu. Ben, “Hiçbir değeri yok” dedim. O zaman da Hz. Ali şöyle buyurdu: “Allah’a yemin olsun ki bu ayakkabı bana sizlere baş olmaktan daha sevimlidir. Sadece bir hakkı ikame edeyim veya bir batılı yok edeyim (diye sizlere baş olmayı kabul ettim).” (Nehc’ul Belağa, 33. hutbe s.102)

[41] İlel’uş-Şerayi’, c. 1, s. 230, 165. bab, 3. hadis

[42] Ahmed b. Ömer b. Muhammed (540-618), Suf-i Harezmi, Necm’ud-Din diye meşhur olup, büyük bir ariftir. Risalet’ul-Haif il-Haim an Levmet’ul-Laim, Fevatih’ul-Cemal, Menazil’us-Sairin ve Minhac’us-Salikin kitaplarının sahibidir.

[43] Menahic’us-Salikin, s. 157, el-Menhec’us-Sadis

[44] Münafikun/8

[45] Usul-i Kafi, c. 2, s. 352, Kitab’ul İman ve’l Küfr, Bab-u men eze’l-Muslimin, 8. Hadis.

Başa dön tuşu
Bugün 11 Aralık 2024 (32) içerik yüklenmiştir.