Ramazan Ayı Dersleri

16. Ders: İyiliği Emretmek İslâm’ın Zaruriyatındandır

Usul-i Kâfi’de Emirü’l-Müminin’den (a.s) nakledilen bir hadis-i şerifte, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, imanın şubelerinden ikisi olarak beyan edilmiştir. Bu iki şubeye sahip olmayan bir insanın, imanının esas rüknü yok demektir. İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak önemli ilâhî farizalardan olup İslâm dininin zaruriyatındandır. İyiliği emretmek ve kötülüklerden sakındırmak, Kur’ân-ı Kerim’de takriben on yerde İslâm ümmetinin iki önemli özelliği olarak zikredilmiştir.

İmam Ali (a.s) de son vasiyetinde şöyle buyurmuştur:

İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmayı asla terk etmeyin.

Ey Ali’nin (a.s) dostları, Mevla’nızın tavsiyesini unutmayınız.

Aksi takdirde kötüler size musallat olur. O zaman da her ne kadar dua etseniz kabul olmaz.

İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor:

İyiliği emretmek ve kötülüklerden sakındırmakla farizalar eda olunur, beldelerde emniyet sağlanır ve adalet her yere yayılır.

Vesailu’ş-Şia’nın “İyiliği Emretmek ve Kötülüklerden Sakındırmak” babına bir bakın; bu hususta ne kadar da çok rivayet vardır. Bu konuda önemli olan, iyiliği emretmenin ve kötülüklerden sakındırmanın hükümlerini ve bundan maksadın ne olduğunu bilmektir. Sakın, bu önemli ilâhî farzımız kazaya kalmasın.

Müslüman kimse, bütün ilâhî farzlara amel edip başkalarını da buna teşvik etmelidir. Hakeza ilâhî haramları da her Müslümanın terk etmesi gerekir. Başkalarını da bundan sakındırmalıdır. Meselâ her Müslümana namaz kılmak farzdır. Aynı zamanda eli altındaki her Müslümanı ve dostlarını da namaza teşvik etmelidir. Namaz kılmayanları gücü oranında namaza zorlamalıdır.

Kötülüklerle ilgili olarak da, meselâ yalan söylemeyi terk etmek farzdır. Dolayısıyla birinin yalan söylediğini görünce, onu bundan sakındırmak gerekir. Kendin gıybet etme ve gıybet eden herkese de engel ol. Kötülükten sakındırmak sana vaciptir. Ne gıybet et, ne de gıybete kulak ver. Biri gıybet edecek olursa, ona engel ol.

Cehennem ehli olmamak için çalışmak sana farzdır. Eşin ve çocuklarının da cehennemlik olmasına izin vermemelisin. Aksi takdirde sen de bundan mesulsün. En azından başka bir Müslümanın da cehennemlik olmasına izin verme. Farz olan ilâhî borçlarını (humus, zekât, adak vs.) hemen ödemelisin; vermeyenleri de vermeye zorlamalısın.

Müslüman, haramları terk etmeli ve mümkün olduğunca diğer Müslümanları da haramlardan sakındırmalıdır. Elbette merhamet ve acıma duygusuyla bu işi yapmalıdır, nefsanî bir zorbalıkla değil… Yani bir Müslümanın günah işlediğini gördüğünde, ona içten acımalısın. Dolayısıyla da bu kötülüğü mümkün olan her yoldan yok etmeli, bertaraf kılmalısın.

Bugün özet olarak hepimizin ihmal ettiği birkaç iyilik ile, müptela olduğumuz birkaç kötülüğü zikretmek ve hatırlatmak istiyorum. Bunlardan birisi, kendimizin de terk ettiği ve dolayısıyla başkalarına da emretmediğimiz bir farizadır. Bu farz, bütün iyiliklere ulaşmanın ve kötülüklerden sakınmanın aslıdır. Ne yazık ki hepimiz, bu prensipleri terk etmiş durumdayız. Bu farz “dinde tefekkuh etmek (dini anlamak, öğrenmek)”tir. Her Müslümanın mükellef çağına ulaştığında, dinî hükümleri öğrenmesi ve dini tanıması farz-ı ayndır. Dininin usul ve furuatını (teferruatını) iyice öğrenmelidir. Dinin aslı ise tevhittir. Zatî, sıfatî ve fiilî tevhidi öğrenmek sana farzdır. Ona inanman ve iman etmiş olman gerekir. Sakın müşrik olmayasın. Tevhid-i ef’alî’nin (âlemde yegâne müessirin Allah olduğu inancının) bereketiyle sabır, tevekkül ve şükür ehli olmalısın. Sonra da tevhid-i ibadî sahasında ıslahata girişmelisin. Şirk, riya ve ücb (kendini beğenmişlik) diye bir şey olmamalıdır kalbinde. Peygamber ve İmamları tanımalı, onlara inanmalı ve de emirlerine itaate hazırlıklı olmalısın. Hakeza ahirete de içten inanmalısın. Ölümden sonra nelerin olacağını bilmelisin. Berzah, kıyamet ve mizanın ne olduğunu öğrenmelisin. Velhasıl usul-i dinini çok iyi bir şekilde ve yakin hâsıl ederek bilmen gerekir. Furu-i din hususunda da bütün farzları bilmelisin. Kebire (büyük) günahların kaç tane ve neler olduğunu öğrenmelisin.

Usul-i Kâfi’de yer alan bir rivayette, İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s) şöyle nakledilmiştir:

Dinde fakih olsunlar diye elime kırbaç alıp da dostlarımızın başına vurmak istiyorum.

Bu uyarı, söz dinlesin ve dindar olsunlar diye sadece müminler içindir. Diğerlerinin hesabı ise zaten malumdur.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor:

İnsanlar üç kısımdır: Rabbanî âlim, kurtuluş yolunda ilim öğrenen talebe ve her sese uyan, her rüzgâra kapılan zayıf ve küçük sinekler (misali insanlar) ki, bunlar ne ilim nuruyla aydınlanmış, ne de sağlam bir direğe sarılmışlardır.

Âlimin yanına gidip de dinî ahkâmı öğrenmen farzdır. “Tevhit nedir, hak inançlar neler?” diye sorman gerekir. Aksi takdirde Allah indinde hiçbir itibarın olmaz.

Hakeza Usul-i Kâfi’de yer alan bir başka rivayette şöyle nakledilmiştir:

Ya âlim ol, ya talebe, ya da âlimlerin dostu. Dördüncüsü olma ki, helâk olursun.

Ne kendin biliyorsun ne de âlimin yanına gidip farz ve haramları soruyorsun ve ne de âlimlere bir sevgin var. O hâlde helâk olacaksın.

Bu yüzden Müslümanlar kendine gelmelidir. Bu şehirde kaç tane âlim ve adil fakih vardır ve bu cemiyetten kaç kişi dinini öğrenmeye hazırdır? Bu yüzden ilim havzaları tesis etmek vaciptir. Adil fakih ve müçtehitler yetişmelidir. En azından cuma günlerinde, zaman ayırıp dinlerini öğrenmeleri gerekir. Talebelerden birini evine davet et de, ondan helâl ve haramları öğren. Eğer okuma yazma biliyorsan, o zaman da akait kitaplarına ve ilmihallere müracaat et.

Bu marufu (iyiliği) diğerlerine de ulaştırın. Hem kendiniz dinde fakih olmaya çalışın, hem de başkalarına bunu emredin. En az dünyanız için koşup durduğunuz gibi, ahiretiniz için de çalışın. Namaz ve oruç hükümlerini çok iyi öğrenin. Herkesin müptela olduğu ticaret ve alışveriş hükümlerine aşina olun.

Bu büyük farza, yani dinde fakih olmaya çok önem veriniz. Âlimleri çok sevmeniz gerekir. Sizin âlimlere ne kadar sevginiz var? Âlimler, İmam-ı Zaman’ın (a.s) temsilcileridir. Âlimler sizi din ve Allah’a yaklaştırmaktadır. Ben şahıslar hakkında değil, genel olarak konuşuyorum… Geçmişimizden tövbe etmemiz gerekir. O hâlde, bundan sonra âlimleri seven, âlim yetiştiren ve talebe olan kimselerden olalım.

Emretmeyi terk ettiğimiz iyiliklerden biri de namazdır. Namaz dinin direği ve esasıdır. Niçin gençlerimiz camilerden kaçıyor? Bir yere kadar bunun suçlusu anne ve babadır. Eğer oğlun bir gün okula gitmeyecek olsa, neler yaparsın? Teşvik ve tehdit ile onu okula göndermek için her yola başvurursun. Ama bir gün namazı kazaya kalınca, aynı işi yapıyor musun? Acaba ona, “Namaz kılmazsan günahkâr olursun, Allah’ın azabına duçar olursun, Allah ile ilişkin kesilir ve rezil olursun.” diyor musun? Elbette ki teşvik de lazımdır. Teşvik ve taltif olunca, çocuk daha fazla ıslah olmaya yönelmektedir. Ondan bir kötülük görünce, lakayt davranmamalısın.

Mümkün olan her yoldan kötülüğün önünü almalısın. Meselâ oğlun fesada müptela olmasın diye para harcamalı, örneğin oğlunu evlendirmelisin. Hakeza kızını evinde tutma… Boş yere bahane çıkarma. Mümin biriyle evlendir; mutlu olacağı öz evine gitsin… En iyi sadaka ve masraflar, düğün ve nikâh için olanlarıdır. En iyi aracılık ve tavsiyeler de evlilik hususunda olanıdır.

Velhasıl, yolunu bularak iyiliği emretmeli ve kötülükten sakındırmalısın. Fasit ve bozuk dergi ve gazetelerle meşgul olmasın diye de çocuklarına çeşitli eğlence vesileleri ayarlamaya çalış. Çocukların sahih bir eğlenceye ihtiyaçları vardır. Dinî ve tarihî romanlar ver. Kötü filmlerin oynatıldığı sinemalara gitmemesi için sağlıklı eğlence yerlerine götür. Her ne kadar masraflı da olsa, bunu yapman gerekir.

Sakındırmayı terk ettiğimiz bazı umumî kötülükleri de zikretmek istiyorum. Birisi, müminin gıybetini etmekten sakındırmaktır. Her mecliste ve her kim olursa olsun gıybet ettiğinde bütün meclis ehline o mümini savunmaları farzdır. Eğer birisi başkasının ayıplarını söylüyorsa, sıhhate hamletmek ve onun dediklerine inanmamak gerekir. Ama ne yazık ki gıybete kulak asıyorlar ve buna inanıyorlar. Sakındırılmayan kötülüklerden biri de tefrika, ayrılıklar, insanların aralarını bozmalar ve çekişmelerdir. Bunu gören her Müslümanın hemen engel olması ve sakındırması gerekir. İki kardeş arasında anlaşmazlığın olduğunu duyduğunuzda, onları tanıyorsanız, hemen bu kötülüğe engel olmalısınız. Tatlı bir dille onları barıştırmalısınız.

Biharu’l-Envar’da şöyle rivayet edilmiştir:

İmam Cafer Sadık (a.s) bir yerden geçerken iki kişinin kavga etmekte olduğunu gördü ve durarak onlara, “Allah’tan sakının.” diye seslendi.

Elbette bu mükellefiyet insanın ıslah edebileceği durumlarda söz konusudur. İnsanın takatini aşan şeylerden hiçbir sorumluluğu yoktur. İki akraba birbirine küsecek olursa siz, “Beni ne ilgilendirir?” diyemezsiniz. Akrabalar arasındaki ayrılıkları da gidermelisiniz. Her ne kadar para harcamak da gerekse, bu işi görmeli ve para harcamalısınız ki, bu kötülük ortadan kalksın. Gerekirse para da harca ve her iki tarafı da evine davet ederek onları barıştır.

Evet, İmam Cafer Sadık’ın (a.s) metodunu kendimiz için en önemli görev edinmeliyiz. Bir gün akraba olan iki kişi miras meselesi yüzünden pazarda kavga ediyorlardı. Her ikisi de İmam Sadık’ın (a.s) taraftarlarından idi. Bu esnada İmam’ın özel naibi Mufazzal oradan geçiyordu. Meseleyi öğrenince onlara, “Gelin bize gidelim de orada ne dediğinize bakayım.” diyerek alıp evine götürdü. Birine, “Mesele nedir?” diye sorunca şöyle dedi: “Benim şu kadar dirhem mirasım bunun yanındadır; bir türlü vermiyor.” Diğerine, “Sen ne diyorsun?” diye sorunca o da, “Boş yere kavga çıkarıyor.” dedi. Mufazzal kalkarak söz konusu meblağı getirdi ve davacının önüne bıraktı. “Bu iddia ettiğiniz para miktarıdır. Şimdi kalkıp görüşün… Birbirinize küskünlüğünüzü kalbinizden silerek ayrılın. Bilin ki, bu para da benim şahsî malım değildir, İmam Sadık’a (a.s) aittir. İmam’ın (a.s) kendisi bunu bana vererek insanların arasını ıslah etme yolunda harcamamı emretmiştir.”

Niçin iki mümin kardeş birbiriyle kavga etsin ve dünya leşi için birbirlerine saldırsınlar? Bazı kötülükleri ortadan kaldırmak için para harcamak da vaciptir. Para harca ki, bu kötülükler bertaraf olsun. Sıla-i rahmi terk etmek veya mümine kötü söz etmek tamamen ortadan kalksın.

Ravi şöyle diyor: “Sıcak bir yaz günü öğleden önceydi. Emirü’l-Müminin’i (a.s), evinin dışarısında bir duvara yaslanıp su gibi ter döktüğü hâlde gördüm. Kendisine, “Ya Emire’l-Müminin, bu zamanda evden çıkılır mı?” dedim. İmam (a.s), “Buraya bir mazluma yardım edebilmek veya bir hayır işleyebilmek ümidiyle geldim.” buyurdu. Bu esnada bir kadın ağlar ve inler bir hâlde, İmam’ın (a.s) yanına vararak şöyle dedi: “Ya Ali, imdadıma yetiş. Kocam kötü ahlâklı biridir. Beni dövdükten sonra evden dışarı attı ve beni tehdit etti. Benim gidecek bir yerim de yok.” İmam (a.s), evinin nerede olduğunu sordu. İlginç olanı şu ki, kadının evi Kûfe’nin çok uzak bir noktasında, hurmalıkların sonunda bir yerdeydi.

Hz. Ali (a.s) o kadınla birlikte yola düştü. Ravi diyor ki: Ben de İmam (a.s) ile beraber gittim. Evine yaklaştığımızda kadın ilerlemeye cüret edemedi. Emirü’l-Müminin (a.s) kapıyı çaldı ve adam dışarı çıktı. Bu şahıs yılda bir defa dahi Kûfe mescidine gelmiyordu. Evi Kûfe’nin etrafında olduğundan İmam’ı (a.s) tanımıyordu. Hz. Ali (a.s) ona, “Ben senin yanına hanımını affetmen ve ona iyi davranman için geldim.” diye buyurdu. Ama adam Emirü’l-Müminin’in (a.s) karşısında küstahlık ederek, “Senin yanına geldiği için artık ayaklarını da kıracağım.” dedi ve “Şöyle şöyle yapacağım…” diye tehditler savurmaya başladı. İmam (a.s) muhatabının tatlı dilden anlamadığını görünce kılıcını çekerek şöyle buyurdu: “Ben sana iyiliği emrediyorum. Ama sen neler diyorsun?” Adam kılıcı görünce korktu ve geri çekildi. Bu esnada oradan geçmekte olan bir şahıs İmam’ı tanıyarak “es-Selâmu aleyke ya Emire’l-Müminin!” diye seslendi. Ev sahibi de artık İmam’ı tanıdı ve ayaklarına kapanarak ağlamaya başladı. “Beni bağışla; hanımım gelsin, ben onu bağışladım. Ben evi ve evimde olanları da ayaklarınızın bereketine ona bağışladım ki, artık ona, ‘Evden dışarı çık.’ diyemeyeyim. Ev de onun olsun.” diyerek özür diledi.

Hz. Ali (a.s) kötülükten sakındırdı. Ali’nin dostları ve izcileri olan sizler de para harcamak ve yüzsuyu dökmekle de olsa kötülüklerden sakındırın.

Başka bir kötülük daha arz edeyim. Zira herkesin müptela olması mümkündür. Allah’ın kaza ve kaderine itiraz sayılan sabırsızlıklar da haramdır. Her Müslümana da insanları bundan sakındırmak farzdır. Meselâ cenaze teşyi etmeye gidiyorsunuz; matem sahibi kimse evde veya gusül verilen yerde Allah’ın kaza ve kaderine itiraz edercesine üstünü başını yırtmakta, saçlarını yolmakta ve başını habire duvara vurmaktadır. Öyle ki, eğer Azrail’i görecek olsa ve gücü de yetse onu parça parça eder. “Niçin ve niye?” diye figan etmektedir. “Allah’ım, göre göre sadece benim çocuğumu mu gördün?” veya “Yaşlı babasına da mı acımadın?” gibi küfre kaçan sözler sarf etmektedir.

Elbette ağlamak, Allah’ın kaderine itiraz etmek değildir. Bunun sakıncası yoktur. Kalp acıdığında gözyaşı akar. Biz sabırsızlık göstermek ve Allah’ın kaderine rahatsızlık izharında bulunmak hakkında sohbet ediyoruz. Zira kendisinin öleceğine asla ihtimal vermiyor. Bu yüzden de “niçin ve niye?” deyip durmaktadır. Allah’ın işlerinin maslahat üzere olduğunu bilse, böyle yapmazdı. Resulullah’ın (s.a.a) biricik oğlu İbrahim henüz 18 aylıkken vefat etti. İmam Hüseyin‘in (a.s) oğlu Ali Ekber daha gençken bu dünyadan göçtü. Onlar mı azizdir, yoksa senin evlatların mı? Allah’ın takdirine itiraz etmek haramdır. Siz de buna bir şey demez ve kötülükten sakındırmazsanız, günahkâr olursunuz. Zira bu da haramdır.

Duyulduğuna göre bazı kadınlar, matem sahibine teselli vereceğine daha da bir tahrik etmektedirler. Bazen matem sahibini Allah’ın kaderine itiraza zorlamaktadırlar. Özellikle de ağıt okuyan bazı kadınlar ortalığı velveleye veriyorlar. Bunlar günahtır, Müslümanları bunlardan sakındırmak gerekir. Böylece Allah’ın izniyle kötülükler de bertaraf olmuş olur.

Unutulan genel farzlardan biri de şudur ki, bir Müslümanın günah işlediğini gördüklerinde, onu kötülükten sakındırmakta, ama tövbeye davet etmemektedirler. Meselâ birinin yalan konuştuğunu görünce, onu yalan konuşmaktan sakındır ve sonra da tövbe etmesini söyle. Kim bilir belki de “Kendim günah işlediğimde tövbe ediyor muyum ki?” diyorsun. Elbette hepsinin ayrı bir yeri vardır. Kendin için tövbeyi unutman, başkasını tövbeye davet etmene engel olamaz. Günahkârı tövbeye davet etmelisin. Onu tövbe ettirmedikçe vazifeni yapmış olmazsın. Hatta bu konudaki ihtimal de kâfi değildir. Tövbe ettiğine yakin hâsıl etmedikçe onu bu işe davet etmen gerekir.

Bu iyiliğe emretme, yani tövbeye davet vazifesiyle hangi Müslüman amel etmektedir? Öyle bir şey yap ki, muhatabın, günahından tövbe etsin. Ya öğüt ve nasihatle veya ahiret azabıyla tehdit etmeye ya da diğer mümkün yollardan onu günahından pişman etmeye çalışmalısın. Eğer tövbeye davet ettiğinde muhatabın etkilenir de tövbe ederse, Allah’ın ecir ve rahmetine nail olursun.

Meselenin aydınlığa kavuşması için bir de bir rivayet nakledeyim. Bu rivayet Biharu’l-Envar’ın 5. cildinde yer almıştır.

Geçmiş bir zamanda bir abit uzlet köşelerine sığınmış, ibadetle meşgul oluyordu. Elbette ilimsiz uzlet zillettir. Dinî marifet ve ilimleri tahsil etmeden ibadetle meşgul olmak için uzlete çekilen abit zavallı ve bedbahttır. Bu zavallı abit de âlim olmadan uzlet köşesine çekilmiş, ibadetle meşgul olmuştu. Şeytan her ne kadar onu saptırmak istediyse de yapamadı.

Bir gün Şeytan sair küçük şeytanları da etrafına toplayarak bunu nasıl saptıracaklarını konuştular. Herkes bir öneride bulundu. Ama kabul görmedi. Küçük şeytanlardan biri şöyle dedi: “Onu ibadet yoluyla kandırmalıyız.” Bu teklif herkesçe kabul gördü. Küçük şeytan, Abidin ibadetgâhına geldi ve yerin üzerinde havada seccadesini sererek namaz kılmaya başladı. Elbette bu iş cinler ve şeytanlar için kolaydır. Zira onlar insanlar gibi kısıtlı değillerdir. Küçük şeytan habire rükû ve secde ediyordu. Mezkûr abit ise bu manzarayı görünce şaşkın şaşkın seyretmeye koyuldu. Zira ne yemek yiyor, ne yatıyor ve ne de istirahat ediyordu. İbadetten asla yorulmuyordu.

Abit kendisinden daha abit gözüken bu küçük şeytanla konuşmak için yanına vardı. Ama şeytan ona itina etmedi. Sonunda abit şöyle dedi: “Seni bu makama ulaştıran Allah aşkına sözlerime kulak ver.” Küçük şeytan biraz duraklayarak, “Beni Allah’ın zikrinden alıkoyma. Benimle boş şeyler konuşma.” dedi. Abit, “Sana bir şey sormak istiyorum. Bu makama nasıl yetiştin ki, havada Allah’a ibadet ediyor, yorulmuyor, yatmıyor ve yemiyorsun?” dedi. Küçük şeytan şöyle dedi: “Benim bu makama erişmemin sebebi şudur: Ben ilkönce bir günah işledim, sonra da tövbe edince makamım yükseldi ve bu mevkie ulaştım.” Abit, “Bana da öğretsene.” dedi. Küçük şeytan şöyle dedi: “Falan mahalleye ve falan fahişe kadının yanına git. Sonra da tövbe ederek bu makama eriş.”

Önceden de dediğim gibi insan fakih olmayınca, ibadetinin hiçbir faydası yoktur. Sonunda küçük şeytandan üç dinar da alarak mezkûr mahalleye gitti. Direkt fahişenin evinin kapısına vardı. Parasını vererek eve girdi. Kendi yaptığı işten utanan günahkâra ne mutlu! Kendi yaptığı günahla iftihar eden günahkâra yazıklar olsun! Bu fahişe kadın, bütün pisliklerine rağmen Allah’tan ümidini kesmemiş biriydi. Şahidi ise bu olaydır, abidi görür görmez şöyle dedi: “Senin bu gibi yerlerde ne işin var? Alnındaki secde izinin ve ibadet alametlerinin buraya yakışır bir yanı yoktur.” Abit, “Seni ilgilendirmez. Paranı al ve dediğimi yap.” dedi. Kadın, “Ben senin helâk olmandan rahatsızım; acıyorum sana. Sen biçare bir şekilde ateşte yanarsan ben acırım. Bunca ibadetine rağmen günaha bulaşman, üzülecek bir şey doğrusu. Bana buraya nasıl geldiğini anlatsana.” Bilahare abit kadına bütün olayı nakletti.

Bunun üzerine akıllı kadın şöyle dedi: “Ey Allah’ın kulu, o şeytan imiş. Melek asla insana günahı emretmez. Delili de seni günaha sevk etmesidir.” Ama abit ısrar ediyordu. Sonunda kadın şöyle dedi: “Ben hazırım ve evimin kapısı da her zaman açıktır. Sen git ve yine geri gel. Eğer o orada değilse, bil ki o seni helâk etmek isteyen bir şeytan imiş. Ama orada ise gel ben hazırım.” Her türlü yola başvurarak abidin Allah’tan uzak düşmesine ve azaba duçar olmasına engel oldu.

Abit evine gittiğinde şeytandan hiçbir eser olmadığını gördü. İlginç olan nokta şu ki, o gece kadının son gecesiymiş. Ömrünün sonuna birkaç saat kaldığını görünce bütünüyle değişti ve tövbe etti. Aynı gece de öldü. Zamanın peygamberine, “Müminlere haber ver ki, o kadının cenazesini teşyi etmeye hazırlansınlar.” diye emredildi. Peygamber, “Ama nasıl olur? O kadın fahişe idi!” diye sorunca, şöyle hitap edildi ona: “Evet, ama ömrünün sonunda Allah’ın rahmetine lâyık oldu. Zira kullarımızdan birini günahtan korudu. Bu son ameli yüzünden Allah’ın lütfünü kazandı ve bütün günahları bağışlandı.” Zira o kadın bir kulun, Allah’ın evinden uzaklaşmasına engel oldu.

Perdenin arkasında ne oluğunu nereden biliyorsun? İnsan kırk yıl cehenneme doğru gittiği hâlde bir anda cennetlik olabilir. Bunun aksi de mümkündür. İnsan kırk yıl boyunca cennete doğru gittiği hâlde bir anda cehennemlik de olabilir.

Allah-u Teâlâ insanın, başkalarını tövbeye davet etmesini sevmektedir. Her günahkârı gördüğünde merhamet dolu bir kalple onu Allah’la barıştırmaya çalış. Ona, “Her ne kadar günahın büyük de olsa, Allah’ın rahmet ve affı yanında küçüktür” de.

Gel, gel! Ne olursan ol, yine de gel!

Kâfir, Yahudi, putperest olsan yine de gel!

Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değil

Yüz defa tövbeni bozsan, yine de gel!

Usul-i Kâfi’de nakledilen bir rivayette de şöyle denilmektedir:

Allah kulunun tövbesine, merkebini üzerindeki eşyalarıyla birlikte kaybedip de sonra bulan birinin sevinmesinden daha çok sevinir.

Allah’ın sevinmesinin manası nedir bilemiyoruz? Ama bizlerin ne kadar farzları terk ettiğimizin ve ne kadar günahlara duçar olduğumuzun da haddi hesabı yok. Kendin de bilmiyorsun. Dolayısıyla da bu amelin ölümden sonraya kalmasın. Elinden geldiği ve senden kabul ettikleri müddetçe yalvarıp yakar, Allah’tan özür dile. Geçmişini telafi et:

Bir müddettir hürmetsizlik çoğaldı.

Bu zamanda gönül uykusundan uyandı

Affet bizim hürmetsizliklerimizi

Mahvet bizim himmetsizliklerimizi.

Başa dön tuşu