45-Câsiye Suriye

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
1. Hâ, Mîm.
Bakınız; (Bakara Sûresi, sahîfe 1, hâşiye 1)
2. (Bu) Kitâb’ın indirilmesi, Azîz (kudreti dâimâ üstün gelen), Hakîm (her işi hikmetli olan) Allah tarafındandır.
3. Şübhesiz ki göklerde ve yerde, mü’minler için elbette deliller vardır.2
Burada bahsedilen “deliller” için bakınız; (Mektûbât, 33. Mektûb, 321-323)
4. Hem sizin yaratılışınızda ve (yeryüzünde yaratıp) yaymakta olduğu hareketli her canlıda, kat‘î olarak îmân edecek bir topluluk için deliller vardır.
“Eşyâ (herşey), husûsan zîhayat (canlı) olanlar, def‘î gibi ânî bir zamanda vücûda gelir. Hâlbuki def‘î ve ânî bir sûrette basit bir maddeden çıkan şeyler, gāyet basit, şekilsiz, san‘atsız olması lâzım gelirken; çok mahârete muhtaç bir hüsn-i san‘atta (güzel san‘atta), çok zamâna muhtaç ihtimamkârâne (özenerek) nakışlarla münakkaş (süslenmiş), çok âlâta (âletlere) muhtaç acîb san‘atlarla müzeyyen (süslü), çok maddelere muhtaç bir sûrette halk olunuyorlar (yaratılıyorlar).
İşte bu def‘î ve ânî bir sûrette bu hârika san‘at ve güzel hey’et; herbiri, bir Sâni‘-i Hakîm’in (san‘at ve hikmetle yaratan Allah’ın) vücûb-ı vücûduna (varlığının zarûrî olduğuna) şehâdet ve vahdet-i rubûbiyetine (herşeyi yalnız O’nun terbiye ve idâre ettiğine) işâret ettikleri gibi, mecmû‘u (bütünü) gāyet parlak bir tarzda, nihâyetsiz Kadîr, nihâyetsiz Hakîm bir Vâcibü’l-Vücûd’u (varlığı farz olan Allah’ı) gösterir.” (Mektûbât, 33. Mektûb, 313)
5. Gece ile gündüzün ihtilâfında (ard arda gelmesinde), Allah’ın gökten bir rızık (yağmur) indirip, onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgârları (değişik yönlerden) estirmesinde de akıl erdirecek bir topluluk için deliller vardır.
6. İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir; onları sana hak ile okuyoruz. Artık Allah’dan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?
7. Her iftirâcı, günahkâr kimsenin vay hâline!
8. (O kimse), kendisine okunan Allah’ın âyetlerini dinler, sonra da sanki hiç onları duymamış gibi, büyüklük taslayarak (inkârında) direnir. İşte onu, (pek) elemli bir azâb ile müjdele!
9. Çünki (o), âyetlerimizden bir şey öğrendiği zaman, onları alaya alır. İşte onlar yok mu, kendileri için (pek) aşağılayıcı bir azab vardır!
10. Önlerinde Cehennem vardır! Ne kazandıkları şeyler, ne de Allah’ı bırakarak edindikleri dostlar (o gün) kendilerine bir fayda verebilir. Çünki onlar için (pek) büyük bir azab vardır.
11. Bu (Kur’ân), bir hidâyettir. Rablerinin âyetlerini inkâr edenlere gelince, onlara en şiddetlisinden (pek) elemli bir azab vardır.
12. Allah, emri ile içinde gemilerin akıp gitmesi ve lütfundan (rızık) aramanız için denizi sizin emrinize verendir; tâ ki şükredesiniz.
13. Hem göklerde olanlar ve yerde bulunanların hepsini, kendi tarafından (bir lütuf olarak) sizin emrinize verdi. Doğrusu bunda, düşünecek bir topluluk için gerçekten deliller vardır.
14. (Ey Resûlüm!) Îmân edenlere de ki, Allah’ın (cezâlandırma) günlerini(n geleceğini) ummayan kimseleri bağışlasın (aldırmasın)lar; tâ ki (Allah), her topluluğa kazanmakta olduklarının karşılığını versin!
15. Kim sâlih bir amel işlerse, artık kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa, o takdirde kendi aleyhinedir. Sonra ancak Rabbinize döndürüleceksiniz.
16. And olsun ki, İsrâiloğullarına kitab, hüküm ve peygamberlik verdik; onları temiz şeylerden rızıklandırdık ve kendilerini (o zamanki) âlemlere üstün kıldık.
17. Hem onlara bu emir hakkında (din husûsunda) açık deliller verdik. Fakat (onlar), ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki azgınlıktan (ve hasedden) dolayı ihtilâfa düştüler. Şübhesiz ki Rabbin, üzerinde ihtilâfa düşegeldikleri şeyler hakkında kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.
18. Sonra da seni o emir hakkında (din husûsunda) bir şeriat (bir yol ve usûl) üzerinde kıldık.
“O bürhân-ı Hakk (Hakk’ın delîli) ve sirâc-ı hakīkat (hakīkat güneşi olan Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm), öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki; iki cihânın saâdetini te’mîn edecek desâtîri câmi‘dir (düsturları içinde toplamıştır). Ve câmi‘ olmakla berâber, kâinâtın hakāikını (hakīkatlerini) ve vezâifini (vazîfelerini) ve Hâlık-ı Kâinât’ın esmâsını ve sıfâtını (kâinâtın yaratıcısının isimlerini ve sıfatlarını), kemâl-i hakkāniyetle (dosdoğru) beyân etmiştir.
İşte o İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhît (kuşatıcı) ve mükemmeldir ve öyle bir sûrette kâinâtı kendiyle berâber ta‘rîf eder ki, onun mâhiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinâtı yapan zâtın, o kâinâtı kendiyle berâber ta‘rîf edecek bir beyannâmesidir ve bir ta‘rifesidir.
Nasıl ki bir sarayın ustası, o saraya münâsib bir ta‘rife yapar. Kendini vasıflarıyla göstermek için, bir ta‘rife kaleme alır. Öyle de, din ve Şeriat-ı Muhammediye’de (asm) öyle bir ihâta (kuşatıcılık), bir ulviyet (yücelik), bir hakkāniyet görünüyor ki, kâinâtı halk ve tedbîr (yaratan ve idâre) edenin kaleminden çıktığını gösterir. O kâinâtı güzelce tanzîm eden kim ise, şu dîni güzelce tanzîm eden yine O’dur. Evet o nizâm-ı ekmel (kâinâttaki en mükemmel düzen), elbette bu nazm-ı ecmeli (en güzel bir tertîb olan İslâmiyet’i) ister.” (Zülfikār, 19. Mektûb, 91-92)
19. Çünki onlar, Allah’dan (gelecek) hiçbir şeyi senden def‘ edemezler. Ve şübhesiz ki zâlimler, birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sâhiblerinin dostudur.
20. Bu (Kur’ân), insanlara (kurtuluş yollarını gösteren) basîretler (deliller)dir ve kat‘î olarak îmân edecek bir topluluk için bir hidâyet ve bir rahmettir.
21. Yoksa kötülükleri işleyenler, hayatlarında ve ölümlerinde kendilerini, îmân edip sâlih amel işleyen kimselerle bir tutacağımızı mı sandı(lar)? Ne kötü hüküm veriyorlar!
22. Ve Allah, gökleri ve yeri hak ile (herşeyi, yerli yerinde) yarattı ki (kudretine delâlet etsin) ve herkes kazandığının karşılığını görsün! Ve (o gün) onlara haksızlık edilmez.
23. İşte (nefsinin) arzusunu kendisine ilâh edinen ve Allah’ın (ezelî olan) bir ilim üzere (küfürlerindeki inadları yüzünden) dalâlete attığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üzerine de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Peki onu, Allah’dan sonra kim hidâyete erdirebilir? Hiç ibret almıyor musunuz?
24. Hâlbuki (onlar): “O (hayat), ancak bizim bu dünya hayâtımızdır; (burada) ölürüz ve (burada) yaşarız; hem bizi ancak zaman helâk eder!” dediler. Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Doğrusu onlar ancak zanda bulunuyorlar.
“Ebedî, sermedî (dâimî), misilsiz bir cemâl (güzellik), elbette âyinedâr müştâkının (ayna gibi onun isimlerini görecek ve kendinde gösterecek hayranlarının) ebediyetini ve bekāsını ister. Hem kusursuz, ebedî bir kemâl-i san‘at (san‘attaki mükemmellik), mütefekkir dellâlının (onu düşünerek i‘lân edenin) devâmını taleb eder. Hem nihâyetsiz bir rahmet ve ihsan (merhamet ve ikrâm edicilik), muhtaç müteşekkirlerinin (minnetdârlarının) devâm-ı tena“umlarını (devamlı ni‘metlendirilmelerini) iktizâ eder (gerektirir). İşte o âyinedâr müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir; en başta rûh-ı insânîdir (insan rûhudur). Öyle ise, ebedü’l-âbâd (sonsuzluk) yolunda; o cemâl, o kemâl, o rahmete refâkat (eşlik) edecek, bâkī kalacaktır. (…) Değil rûh-ı beşer, hattâ en basit tabakāt-ı mevcûdât (varlık tabakaları) dahi, fenâ (yok olmak) için yaratılmamışlar; bir nevi‘ bekāya mazhardırlar. Hattâ ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücûd-ı zâhirîden gitse (görünen vücûdu yok olsa), bin vecihle (cihetle) bir nevi‘ bekāya mazhardır (varlığı devâm eder). (…) Rûh-ı beşer, ne derece kat‘iyetle bekāya mazhar ve ebediyetle merbut (bağlı) ve sermediyetle (sonsuzlukla) alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl ‘Zîşuûr (şuûr sâhibi) bir insanım’ diyebilirsin?” (Sözler, 29. Söz, 191)
25. Ve kendilerine âyetlerimiz apaçık olarak okunduğu zaman: “Eğer (iddiânızda) doğru kimseler iseniz, atalarımızı (geri) getirin!” demekten başka bir delilleri olmamıştır.
26. De ki: “Allah size hayat veriyor, sonra sizi vefât ettirecek, sonra da sizi kendisinde hiç şübhe olmayan kıyâmet gününde bir araya toplayacaktır; fakat insanların çoğu bilmiyorlar.”
27. Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Kıyâmet kopacağı gün, (işte) o gün (âyetlerimizi) boşa çıkarmaya çalışanlar hüsrâna uğrayacaktır.
28. Ve (o gün) her ümmeti câsiye (diz çökmüş) olarak görürsün! Her ümmet, kendi kitâbına (amel defterlerine) çağrılır. (Onlara şöyle denilir:) “Bugün, yapmakta olduklarınızla karşılık göreceksiniz!”
29. “Bu, size karşı hakkı söyleyen (aleyhinize şâhidlik eden) kitâbımızdır. Şübhesiz ki biz, yapmakta olduğunuz şeyleri yazıyorduk.”
30. Fakat îmân edip sâlih ameller işleyenlere gelince, işte Rableri onları rahmetine koyacaktır. İşte apaçık kurtuluş budur!
31. İnkâr edenlere gelince, (onlara da şöyle denilir:) “Size âyetlerim okunmuyor muydu? Fakat (siz) büyüklük tasladınız ve bir günahkârlar topluluğu oldunuz.”
32. Hem (size): “Şübhesiz ki Allah’ın va‘di haktır; kıyâmet(in geleceği) ki onda hiç şübhe yoktur!” denildiği zaman: “Kıyâmet nedir, bilmiyoruz; sâdece bir zan(dan ibâret) olduğunu sanıyoruz; zâten biz (onun geleceğine) kat‘î olarak inanıcılar değiliz!” demiştiniz.
33. Yaptıkları şeylerin kötülükleri onlara görünmüş ve kendisiyle alay edip durdukları (azab) onları kuşatıvermiştir.
34. Ve (onlara) denir ki: “(Siz) bu gününüzle karşılaşmayı unuttuğunuz gibi, (biz de) bu gün sizi unuturuz (azâbın içinde bırakırız). Çünki yeriniz ateştir; sizin için hiçbir yardımcı da yoktur!”
35. “Bunun sebebi şudur: Gerçekten siz, Allah’ın âyetlerini alaya almıştınız ve dünya hayâtı sizi aldatmıştı.” Artık bugün, ne oradan (Cehennemden) çıkarılırlar, ne de onlardan (Allah’ı) râzı etmeleri istenir.
36. İşte hamd, göklerin Rabbi ve yerin Rabbi, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
“Bütün mevcûdâtta (varlıklarda) sebeb-i medh ü senâ (övülmeye sebeb) olan kemâlât (mükemmellikler) O’nundur. Öyle ise hamd dahi O’na âiddir. Ezelden ebede kadar, her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ O’na âiddir. Çünki sebeb-i medh olan ni‘met ve ihsan ve kemâl ve cemâl (güzellik) ve medâr-ı hamd (şükre ve övgüye sebeb) olan herşey O’nundur, O’na âiddir.” (Mektûbât, 20. Mektûb, 66-67)
37. Hem göklerde ve yerde büyüklük, yalnız O’na mahsustur; ve O, Azîz (kudreti dâimâ üstün gelen)dir, Hakîm (her işi hikmetli olan)dır.