54-Kamer Suresi Hayrat Vakfı Yayınları Meali

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
1. Kıyâmet yaklaştı ve kamer (ay) yarıldı.
“Kur’ân’ı inkâr eden o küffârdan (kâfirlerden) hiçbir kimse, şu âyetin tekzîbine (yalanlamasına), yani ihbâr ettiği şu vâkıanın inkârına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hâdise, o küffârca kat‘î ve vâkıa bir hâdise olmasa idi; şu sözü serrişte ederek (başa kakarak), gāyet dehşetli bir tekzîbe ve Peygamberin ibtâl-i da‘vâsına (da‘vâsını çürütmeye) hücûm göstereceklerdi. Hâlbuki şu vak‘aya dâir siyer ve târih, o vak‘a ile münâsebetdar küffârın adem-i vukūuna (hâdisenin olmadığına) dâir hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. (…) O hâdiseyi gören küffâr: ‘Sihirdir’ demişler ve: ‘Bize sihir gösterdi. Eğer sâir taraflardaki kervan ve kāfileler görmüşlerse hakīkattir. Yoksa bize sihir etmiş!’ demişler. Sonra sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kāfileler ihbâr ettiler ki: ‘Böyle bir hâdiseyi gördük!’ ” (Zülfikār, 19. Mektûb, 104)
2. Hâlbuki (onlar ne zaman) bir mu‘cize görseler, yüz çevirirler ve: “(Bu,) süregelen bir sihirdir!” derler.
3. (Peygamberi) yalanladılar ve (nefislerinin) arzularına uydular; hâlbuki (mukadder olan) her iş, yerini bulucudur (vakti geldiğinde olur).
4. Celâlim hakkı için, onlara (ibretlerle dolu) haberlerden öylesi geldi ki, onda (kendilerini küfürden) men‘ etmek (için nasîhatler) vardır.
5. (Bu,) tam bir hikmettir; fakat (onlara) o korkutucu (hâl)ler fayda vermiyor.
6. Öyle ise onlardan yüz çevir! O gün ki, o da‘vetçi (İsrâfîl, onları nefislerce) kendisinden nefret edilen (ihtimâl verilmeyen ve inkâr edilen) bir şeye (hesab yerine) çağırır.
7. (O gün) gözleri (korku içinde) baygın olarak kabirlerden çıkarlar; sanki onlar, yayılmış çekirgeler gibi o çağırıcıya (İsrâfîl’e) doğru koşan kimselerdir. Kâfirler (o gün) der ki: “Bu, pek zor bir gündür!”
8. (O gün) gözleri (korku içinde) baygın olarak kabirlerden çıkarlar; sanki onlar, yayılmış çekirgeler gibi o çağırıcıya (İsrâfîl’e) doğru koşan kimselerdir. Kâfirler (o gün) der ki: “Bu, pek zor bir gündür!”
9. Onlardan (Mekkelilerden) önce Nûh kavmi (de peygamberlerini) yalanladı; öyle ki kulumuzu yalanladılar ve: “(O) bir delidir!” dediler ve (o kadar ki Nûh, tebliğden zorla) engellenmişti.
10. Bunun üzerine Rabbisine: “Gerçekten ben mağlûbum (bu müşriklere karşı çâresizim); artık (bana) yardım et!” diye yalvardı.
11. Bu yüzden (biz de) sağanak hâlinde boşanan bir su (bir yağmur) ile gök kapılarını açtık!
12. Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık; derken o su(lar), takdîr edilmiş bir iş (olan tûfan âfeti) için birleşiverdi.
13. Ve onu (Nûh’u) tahtalı ve çivili olan (gemi) üzerinde taşıdık.
14. (O gemi) bizim nezâretimizde akıp gidiyordu. İnkâr edilmiş olan (Nûh)’a bir mükâfât olarak (böyle yaptık).
15. Celâlim hakkı için, bunu (bu gemiyi ve tûfan alâmetlerini) bir ibret olarak bıraktık; o hâlde bir ibret alan var mı?
16. Artık (bak,) benim azâbım ve korkutmalarım nasılmış?
17. Şânım hakkı için (biz), Kur’ân’ı nasîhat alınsın diye kolaylaştırdık;
“Kur’ân’ı inzâl etmekten (indirmekten) maksad, cumhûr-ı nâsı (insanların çoğunu) irşâd etmektir (doğru yolu göstermektir). Cumhûr-ı nâs ise avamdır (halktır). Avâm-ı nâs, çıplak olan hakāikı (hakīkatleri) göremez; ülfet peydâ etmedikleri (alışmadıkları) akliyât-ı mahzâyı (sâdece akılla anlaşılabilecek hakīkatleri) ve mücerredâtı (soyut şeyleri) fehimleri alamaz (anlayamazlar). Bunun için Cenâb-ı Hakk lûtf-i ihsânıyla hakīkatleri onların ülfet ettikleri bir libâs (bir elbise) ile, bir şîve ile göstermiştir ki, tevahhuş edip (korkup) ürkmesinler!” (İşârâtü’l-İ‘câz, 211-212)
18. Âd (kavmi) de (peygamberleri Hûd’u) yalanladı; artık (bak onlara) benim azâbım ve korkutmalarım nasılmış?
19. Şübhesiz biz, onların üzerlerine devamlı bir uğursuzluk gününde, dondurucu (ve uğultulu) bir kasırga gönderdik.
20. İnsanları çekip alıyordu. Sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibiydiler!
21. Artık (bak,) benim azâbım ve korkutmalarım nasılmış?
22. Şânım hakkı için, (biz) Kur’ân’ı nasîhat alınsın diye kolaylaştırdık; fakat bir nasîhat alan var mı?
23. Semûd (kavmi de kendilerine o azabdan haber veren) korkutucuları yalanladı.
24. Üstelik dediler ki: “İçimizden tek (başına) olan bir insana, ona mı uyacağız? Şübhesiz ki o takdirde biz, gerçekten bir dalâlet ve çılgınlık içinde kalmış oluruz.”
25. “Zikir (Vahiy), aramızdan ona mı indirildi? Hayır! O, şımarık bir yalancıdır!”
26. (Onlar) yarın (âhirette), o şımarık yalancının kim olduğunu bilecekler!
27. Şübhesiz biz, onlar için bir imtihân olmak üzere, o dişi deveyi göndericileriz. (Ey Sâlih!) Artık onları gözet ve sabret!
28. Ve onlara, kesinlikle suyun aralarında (bir gün kendilerine, bir gün deveye olarak) taksimli olduğunu haber ver! Herbir içimde (orada) hazır olacak kişi (o sıra sâhibi)dir!
29. Sonunda (buna dayanamayıp, deveyi öldürmeye karar verdiler ve) arkadaşlarını çağırdılar; bunun üzerine (o da, kılıcına) cür’etle sarıldı da (deveyi) kesti.
30. Artık (bak, onlara) benim azâbım ve korkutmalarım nasılmış?
31. Şübhesiz ki biz, onların üzerlerine (korkunç) bir ses gönderdik de, ağıl yapanın (topladığı) kuru ot kırıntıları gibi oldular!
32. Şânım hakkı için, (biz) Kur’ân’ı nasîhat alınsın diye kolaylaştırdık;
“Hem herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz. Fakat bir sûreye gāliben muktedir olur. Onun için en mühim makāsıd-ı Kur’âniye (Kur’ân’ın en mühim maksadları) ekser (çoğu) uzun sûrelerde derc edilerek (yerleştirilerek) her bir sûre bir küçük Kur’ân hükmüne geçmiş.” (Zülfikār, 19. Mektûb, 101)
Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı âyet, kıssa ve mevzû‘ların çok tekrarlanmasındaki hikmetlerin îzâhı için, bakınız; (Şuâ‘lar, 11. Şuâ‘, 233-241; Mesnevî-i Nûriye, Reşhalar, 206)
33. Lût kavmi (de kendilerine azabdan haber veren) korkutucuları yalanladı.
34. Şübhesiz ki biz, onların üzerine (taş yağdıran) bir kasırga gönderdik; ancak Lût âilesi müstesnâ. Tarafımızdan bir ni‘met olarak onları (karısı hâriç) bir seher vaktinde kurtardık. İşte şükreden(ler)i böyle mükâfâtlandırırız!
35. Şübhesiz ki biz, onların üzerine (taş yağdıran) bir kasırga gönderdik; ancak Lût âilesi müstesnâ. Tarafımızdan bir ni‘met olarak onları (karısı hâriç) bir seher vaktinde kurtardık. İşte şükreden(ler)i böyle mükâfâtlandırırız!
36. And olsun ki (Lût) onları (azabla) yakalamamıza karşı korkutmuştu; fakat (onlar) o korkutmalara karşı şübheye düştüler.
37. And olsun ki ondan (Lût’un kendisinden), misâfirlerinden (murâd almak üzere) talebde bulundular; bunun üzerine (biz de) onların gözlerini silme kör ettik: “Haydi tadın azâbımı ve korkutmalarımı!” (dedik).
38. And olsun ki devamlı bir azab, onları bir sabah erkenden yakalayıverdi.
39. “İşte azâbımı ve (size olan) tehdidlerimi tadın!” (dedik).
40. Şânım hakkı için, (biz) Kur’ân’ı nasîhat alınsın diye kolaylaştırdık; fakat bir nasîhat alan var mı?
41. And olsun ki, Fir‘avun ehline de (Allah’ın azâbından haber veren) korkutucular geldi.
42. (Onlar) mu‘cizelerimizin hepsini yalanladılar; bunun üzerine (biz de) onları azîz ve muktedir bir kimsenin yakalayışı ile yakalayıverdik!
43. (Ey Mekkeliler!) Sizin kâfirleriniz onlardan daha mı hayırlıdırlar? Yoksa kitablarda sizin için (azabdan) bir berâet (kurtuluş haberi) mi var?
44. Yoksa: “Biz, (birbirimize) yardım eden bir topluluğuz!” mu diyorlar?
45. O topluluk yakında (Bedir’de) bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.
46. Hayır! Onlara va‘d olunan (asıl azab vakti) kıyâmettir; çünki kıyâmet, daha dehşetli ve daha acıdır!
47. Şübhesiz ki günahkârlar, bir dalâlet ve çılgın bir ateş içindedirler.
48. O gün yüzleri üstü ateşin içine sürüklenirler. (Onlara:) “Sakarın (Cehennemin) dokunuşunu tadın!” (denilir.)
49. Şübhesiz ki biz, herşeyi (Levh-i Mahfûz’da yazılmış) bir kadere göre yarattık.
50. Ve (olmasını dilediğimiz şey için) bizim emrimiz, ancak bir (“Ol!” demek)tir; (onun olması) bir göz açıp kapama gibidir.
“İnsanın yaptığı san‘atların sühûlet ve suûbet (kolaylık ve zorluk) dereceleri, insanın ilim ve cehliyle ölçülür. San‘atlarda, bilhassa ince ve latif cihâzâtta (âletlerde) ne kadar ilmi ve mahâreti çok olursa, o nisbette yaptığı işler kolay olur. Cehli nisbetinde de zahmet olur. Binâenaleyh (dolayısıyla) eşyânın hılkatinde (herşeyin yaratılışında) görünen sür‘at-i mutlaka (sınırsız bir sür‘at) ile vüs‘at-i mutlaka (sınırsız bir genişlik) içinde sühûlet-i mutlaka (sınırsız bir kolaylık), Sâni‘in (herşeyi san‘atla yaratan Allah’ın) ilmine nihâyet olmadığına hads-i kat‘î (çabuk ve doğru bir sezgi) ile delâlet eder.” (Mesnevî-i Nûriye, Şemme, 187)
51. And olsun ki, sizin benzerlerinizi de helâk ettik; fakat bir nasîhat alan mı var?
52. Hâlbuki (onların) yaptıkları herşey, kitablarda (amel defterlerinde) mevcuddur.
53. Ve küçük büyük herşey, satır satır yazılıdır.
54. Şübhesiz ki takvâ sâhibleri, Cennetlerde ve ırmaklar(ın kenarın)da, bir doğruluk ikāmetgâhında, Muktedir (herşeye kudreti yeten) bir Melîk’in (Allah’ın) huzûrundadırlar.
55. Şübhesiz ki takvâ sâhibleri, Cennetlerde ve ırmaklar(ın kenarın)da, bir doğruluk ikāmetgâhında, Muktedir (herşeye kudreti yeten) bir Melîk’in (Allah’ın) huzûrundadırlar.