EL MİZAN TEFSİRİTEFSİRLER

Fatiha Suresi Tefsiri El Mizan

1-5. AYETLER
1- Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
2- Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a özgüdür.
3- O, Rahmandır, Rahimdir.
4- Din (karşılık) gününün sahibidir.
5- Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.

[toggle2 title=”Ayetlerin Açıklaması” state=”close”]

Yüce Allah, “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” buyurarak sureye başlıyor. Kimi zaman insanlar bir iş yaptıkları zaman veya bir işe başladıkları zaman, çok saygı duydukları ya da büyük olarak kabul ettikleri bir kişinin adını anarlar, o kişinin adıyla hareket ettiklerini be-lirtirler ki, işleri kutlu ve şerefli olsun. Bazen de bunu, saydıkları büyüklerini anmak için bir vesile edinirler. Böyle bir amaç, belli oranda isim koymada da söz konusudur. Yeni doğan bir çocuğa, yaptıkları ve-ya kurdukları ürettikleri bir şeye, örneğin bir eve ya da bir kuruma ad verirken sevdikleri ya da saydıkları bir kimsenin adını verirler ki, ad-landırılan nesne varoldukça isim kalıcı olsun, isim varoldukça da o is-min anısı kalıcı olsun. Anısı hep taze kalsın, sürekli hatırlansın diye babasının adını çocuğuna veren kişinin bu davranışının altındaki gerekçe budur işte.

Yüce Allah’ın bu sözü de buna benzer bir amaca yöneliktir. Söze O’nun yüce ismiyle başlanmıştır ki, ifadenin içerdiği anlam O’nun adıyla bilinsin, O’nun adıyla bağlantılı olarak zihinlerde yer etsin. Bu şekilde söze başlamanın bir diğer amacı da, kulları söz, fiil ve davranışlar hususunda eğitmek, onlara her şeye O’nun adını anarak başlamaları ve O’nun adıyla hareket etmeleri yönünde bir edep tarzı öğretmektir. Böylece yaptıkları işler, O’nun adıyla bilinir, O’nun sıfatlarıyla tanınır, O’nun rızasını elde etmek amacıyla yapılır. Böylece yaptıkları işler boşa gitmez, sonuçsuz kalmaz. Çünkü, yokluk ve batıllığın asla kendisine yol bulmadığı yüce Allah’ın adıyla yapılmıştır.

Nitekim yüce Allah birçok yerde bu gerçeğe dikkat çekmektedir. O’nun birçok sözünden şu sonuçlar çıkmaktadır: O’nun yüce rızasına yönelik olmayan şey, yok olucudur, boştur. Allah insanların kendi rızasına dönük olmayan tüm amellerinin önüne geçecek ve onları yele savrulmuş toz duman gibi boşa çıkaracaktır. Yaptıklarını un ufak edip amellerini geçersiz kılacaktır. Hiçbir şey kalıcı değildir, O’nun yüzü hariç. O’nun rızası için yapılan, O’nun adına gerçekleştirilen şey ise kalıcıdır, yok olmaz. Her olgu, içinde Allah’a pay verildiği oranda kalıcılıktan pay alır. Peygamber efendimizden (s.a.a) rivayet edilen ve hem Ehlisünnet, hem de Şia tarafından sahih kabul edilen şu hadis de bu gerçeği dile getirmektedir: “Bir işe Allah’ın adıyla başlanmasa, o işin sonu kesiktir.” Hadisin orijinal metninde geçen “ebter” ifadesi deyimi, sonu kesik, devamı olmayan demektir.

Sözün de bir tür iş olduğunu göz önünde bulundurarak rahatlıkla, besmelenin başındaki “ba” harfinin müteallakı “başlıyorum” fiilidir, diyebiliriz. Yani, bir tür iş olması itibariyle yüce Allah söze besmeley-le başlamıştır. Bu da sözde bir birleyici unsurun bulunmasını, sözün birliğini kaçınılmaz kılmaktadır. Sözün birliği ise, içerdiği anlam, taşıdığı mesaj ve dile getirilişi ile elde edilmek istenen nihaî amacın birliği ile olur. Kur’ân’ın bütününden ibaret olan Allah’ın sözünün nihai amacı ise, şu şekilde belirlenmiştir: “Gerçekten size Allah’tan bir nur ve açık bir kitap geldi. Onunla Allah doğru yola iletir.” (Mâide, 15-16) Bunun gibi daha birçok ayet vardır ve bu ayetlerde Kitabın indiriliş gayesi şu şekilde ifade ediliyor: Allah’ın kitabının ve sözlerinin amacı, kulları doğru yola iletmektir. Şu hâlde hidayet, “Rahman ve Rahim olan Allah’ ın adıyla” başlayan bir cümledir.

Buna göre O, kulların başvuru mercii olan Allah’tır. O, Rahman-dır; mümini de, kâfiri de kapsamına alan genel rahmetine giden yolu, kullarına gösterir. Bu yol, varoluşları ve hayatları için bir hayır kaynağıdır. O, Rahim’dir; özellikle mümin kullarına özgü kıldığı rahmetine giden yolu kullarına açıklar. Bu da onların ahirette elde edecekleri mutluluktur, Rableriyle buluşma zevkidir. Nitekim yüce Allah, “Rahmetim her şeyi kaplamıştır; onu, korunanlara yazacağım.” (A’râf, 156) Bu açıklamada Kur’ân-ı Kerim bir bütün olarak göz önünde bulundurulmuştur.

Öte yandan yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde “sure” kavramından söz etmiştir: “Ona benzer bir sure getiriniz.” (Yûnus, 38) “Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin.” (Hûd, 13) “Bir sure indirildiği zaman…” (Tevbe, 86) “Bu, indirdiğimiz ve hükümlerini farz kıldığımız bir suredir.” (Nûr, 1) Bu ifadelerden anlıyoruz ki, yüce Allah’ın parça parça ayırıp her bir parçasına sure adını verdiği sözleri kendi içinde bir tür birliğe ve bütünlüğe sahiptir. Bu bütünlük, ne bir surenin bölümleri, ne de iki ayrı sure arasında söz konusu değildir. Buradan hareketle anlıyoruz ki, güdülen amaç ve sağlanan sonuçlar sureden sureye farklılık gösterir. Her bir surenin akışı özel bir anlamı vurgulamaya, özel bir sonuç elde etmeye yöneliktir ve bu hedef gerçekleşmediği sürece sure bitmez. Dolayısıyla her surenin başında yer alan “Besmele” o sureyle güdülen özel hedefe dönüktür.

Şu hâlde Hamd suresinin başındaki besmele de, surenin hedefine ve sureden çıkarılan anlama dönüktür. Bu surede ifade edilen amaç ise, kulluk sunmak suretiyle Allah’a hamdetmektir; kulluğu en geniş boyutlarıyla O’na özgü kılmak, ondan yardım ve hidayet dileyerek onu fiilen övmektir. Bu sözleri yüce Allah kulları adına dile getiriyor ki, kulluk sunma açısından Allah’ın öngördüğü ve gösterdiği tavırlar içinde hareket etsinler.

Kulluğun ifadesi, kulun yerine getirdiği davranışlardır; kulluk kas-tı taşıyan eylemlerdir. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlamak, işte bu amaca yöneliktir. Bu durumda anlam şöyle olur: “Senin adınla sana yönelik kulluğumu ifade etmeye başlıyorum.”

Bu açıklamaya göre de yine Hamd suresinin besmelesindeki “ba” harf-i cerrinin müteallakı, “başlama” fiilidir. Bununla da karşılıklı hi-taplaşma suretiyle kulluk makamındaki içtenlik ve samimiyet pekiştirilip ihlâs tamamlanmak isteniyor. “Ba” harf-i cerrinin müteallakı “yar-dım isteme”dir de denilebilir. Böyle demenin bir sakıncası olmamakla birlikte müteallakın “başlama” olması daha uygundur. Çünkü sure “yar-dım isteme”yi açıkça içeriyor: “Yalnız senden yardım dileriz.”

“İsim” kavramına gelince; bu ifade, ad olduğu varlığı gösteren bir sözdür. Ya işaret anlamına gelen “simet” kökünden ya da yücelik anlamını ifade eden “sümüvv” kökünden türemiştir. Hangi kökten türemiş olursa olsun, lügat ve örfte bu kelimenin bir varlığa işaret ettiği ve ad olduğu varlıktan ayrı olması gerektiği bilinmektedir.

Yüce Allah’ın sıfatlarından biri göz önünde bulundurularak zatı ifade eden “ism”e gelince; bu, lafızlar kategorisine girmeyen, zatlardan olan bir isimdir. Bu, birinci anlamıyla ismin müsemmasıdır. Örneğin; (yüce Allah’ın isimlerinden biri olan) “Âlim” ismi, müsemmasını gösterir. O da ilim sıfatı itibariyle ele alınan zattır. Bu bakımdan Allah’ın sıfatları, zatının isimleridir. Çünkü bu zatın durumu ancak sıfatlarından biri veya niteliklerinden biri aracılığıyla bilinebilir.

Bu kullanımın sebebi şudur: İnsanlar, “isim” lafzının “müsemma-“yı gösteren kelime için kullanıldığını gördüler. Sonra baktılar ki, sıfatlar da bir açıdan zatı gösteriyorlar. Onların durumu, “isim” diye ad-landırdığımız lafzın durumunu andırır. Onlar da aynen “isim” denilen lafızlar gibi dış âlemdeki zatlara işaret etmektedirler. Bu yüzden zatlara işaret eden bu sıfatları da “isim” olarak adlandırdılar. Sonuçta, “isim” lafzî bir şey olabileceği gibi, aynî bir şey de olabilir, sonucuna varıldı. Sonra baktılar ki zata dolaysız işaret eden “isim”, tahlil sonucu elde edilen ikinci anlamdaki isimdir. Birinci anlamdaki isim ise, ikinci anlamdaki ismin aracılığıyla zata işaret etmektedir. Bu yüzden ikinci anlamdakine “isim”, birinci anlamdakine ise “ismin ismi” dediler. Ne var ki bütün bunlar, aklî tahlil sonucunda varılan şeylerdir. Bunu lügate uyarlayamayız. Dolayısıyla lügat açısından “isim” ilk başta dediğimizden ibarettir.

İslâm’ın ilk dönemlerinde, kelâmcılar arasında “İsim, müsemmanın aynısı mıdır yoksa gayrisi midir?” sorusu etrafında uzun tartışmalar meydana gelmiştir. Ne var ki, günümüzde bu tür meseleler artık bedihîlik düzeyinde açıklığa kavuşmuştur. Dolayısıyla, bu konuyla ilgili olarak ne dendiğini, ne denileceğini uzun uzadıya anlatmak, sözlerin doğrusunu tespit edip onaylamak, yanlışını bulup çürütmek artık gereksiz bir uğraştır. Kısacası meselenin dışında kalmak en iyisidir.

“Allah” lafzına gelince, bunun aslı “el-ilâh”tır. Çok kullanıldığından dolayı “ilâh”ın başındaki “hemze” düşmüştür. “İlâh” kelimesi, “kul-luk etti” anlamına gelen “eleh’er-recülü ye’lehu” kökünden gelir. Ya da “hayret etti” anlamına gelen “elih’er-recülü” ya da “veleh’er-recülü” kö-künden gelir. Bu kelime “mef’ul” anlamında “fial” kipindendir. Tıpkı “mektup” anlamında “kitap” gibi. İlâh olarak nitelendirilmesi; mabut, yani kulluk sunulan olmasından ya da akılların zatını kavrama noktasında şaşkına düşmelerinden dolayıdır.

Görüldüğü kadarıyla “Allah” kelimesi, çok kullanma sonucu özel isim olmuştur. Kur’ân’ın inişinden önce de bu anlamıyla kullanılıyordu ve cahiliye Arapları onun ifade ettiği anlamı biliyorlardı. Yüce Allah bunu şu şekilde ifade etmektedir: “Andolsun, onlara ‘Kendilerini kim yarattı?’ diye sorsan, elbette ‘Allah.’ derler.” (Zuhruf, 87) “Zanlarınca, ‘Bu Allah’a, bu da ortaklarımıza.’ dediler.” (En’âm, 136)

Bu lafzın özel isim olduğunun bir kanıtı da, Allah’ın tüm güzel isimleri ve bu isimlerden kaynaklanan fiillerle nitelendirilmesi, ama bu lafzın hiçbir isme sıfat olmamasıdır. Söz gelimi; “Allah Rahmandır, Rahimdir. Allah rahmet etti. Allah bildi. Allah rızklandırdı.” denir; ama “Allah” lafzının bunlardan birine sıfat olduğu ya da bu lafızdan, bunlardan birine sıfat olacak bir kelimenin türetildiği görülmemiştir.

Her şeyin ilâhı olarak O’nun yüce zatının varlığı, bütün kemal sıfatlarıyla nitelendirildiğini gösterdiğinden bütün kemal sıfatları “Allah” lafzının iltizamî manası olur. Dolayısıyla da “Allah lafzı, varlığı zorunlu olan, tüm kemal sıfatlarını kendinde toplayan zatın ismidir.” sözü doğrudur. Yoksa bu lafız, çok kullanma sonucu özel isime dönüşmüş ve “elehe” kökünün işaret ettiği anlamın dışında başka bir husus bu isimlendirmede etkin olmamıştır.

Rahman ve Rahim sıfatları ise, “rahmet” kökünden gelirler. Bu ni-telikse, bir şeyini yitiren veya eksiğini giderecek bir şeye ihtiyaç duyan bir insanın görülmesi anında insan kalbini etkisi altına alan, heyecan yönü ağır basan özel bir duygudur. Bu duygu insanın içinde uyanınca eksiği olanın eksiğini gidermeye, ihtiyacını karşılamaya yeltenir. Ancak bu anlam, tahlil sonucunda ihtiyacı gidermek amacıyla ver-me, bağışta bulunma anlamına döner. İşte yüce Allah, bu anlamda rahmet sıfatıyla nitelendirilir.

Rahman kelimesi, çokluk ifade eden “fe’lân” vezninden mübalağa sıygasıdır. Rahim ise sıfat-ı müşebbehedir ve süreklilik, kalıcılık ifade eder. Bu açıdan “Rahman” niteliğinin hem müminlere ve hem de kâfirlere yönelik bol rahmeti ifade ediyor olduğu şeklindeki yaklaşım yerindedir. Bu kavramın ifade ettiği rahmet genel niteliklidir. Kavramın bu anlamda kullanıldığına Kur’ân-ı Kerim’de çokça rastlanır: “Rahman arşa istiva etmiştir.” (Tâhâ, 5) “De ki: Kim sapıklık içinde ise, Rahman ona mühlet versin.” (Meryem, 75) Aynı şekilde “rahim” sıfatının, müminlere yönelik sürekli nimetlere, değişmez ve kalıcı rahmete işaret ediyor şeklindeki yaklaşım da yerindedir. Nitekim yüce Allah’ın şu sözleri bu anlamı pekiştirir niteliktedir: “Müminlere karşı çok merhamet edendir (rahimdir).” (Ahzâb, 53) “Çünkü O, onlara karşı çok merhametlidir (rahimdir).” (Tevbe, 117) Bu yüzden, “Rahman sıfatı hem kâfiri ve hem de mümini genel olarak kapsadığı hâlde, rahim sıfatı sadece müminlere yöneliktir.” denilmiştir.

“Hamd Allah’a özgüdür.” Denildiğine göre “hamd”, bir insanın özgür iradesiyle sergilediği güzelliklere yönelik övgüdür. “Medh=meth” ise, bundan daha kapsamlıdır. “Hamedtu fulânen ev medehtuhu li-ke-remihi” yani, “Falanı ikramından dolayı övdüm veya methettim.” denir. Aynı şekilde, “Medeht’ul-lu’lue alâ safaihi” yani, “İnciyi saf oluşundan dolayı methettim” denir de, “Hamadtuhu alâ safaihi” yani, “Onu saf oluşundan dolayı övdüm” denmez. Hamd kelimesinin başındaki “el” takısı cins veya istiğrak anlamına dönüktür. Her iki bakımdan da sonuç değişmez.

Zira bir yandan yüce Allah, “İşte Rabbiniz Allah budur, her şeyin yaratıcısıdır.” (Mü’min, 62) buyuruyor. Burada her şeyin Allah tarafından yaratıldığını ifade ediyor. Sonra şöyle buyuruyor: “O’dur ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı.” (Secde, 7) Böylece yaratılan her şey için, O’nun yaratığı olması, O’na izafe edilmesi açısından güzelliği ispat ediyor. Buna göre, güzellik yaratılışı ekseninde, yaratılış da güzellik ekseninde dönmektedir. O hâlde, hiçbir yaratık yoktur ki O’nun güzelleştirmesi ile güzel olmasın ve hiçbir güzel yoktur ki O’nun yaratığı olmasın, O’na izafe edilmesin. Öte yandan yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor: “O, tek ve kahredici Allah’tır.” (Zümer, 4) ve “Bütün yüzler, O (ölümsüz) diriye, O (her şeyi ayakta tutan) mutlak güce boyun eğmiştir.” (Tâhâ, 111) buyuruyor. Böylece yüce Allah, yarattıklarını herhangi bir gücün baskısıyla yaratmadığını, yaptıklarını bir zorlayıcının zoruyla yapmadığını; tam tersine, yarattığı her şeyi ilmi ve özgür iradesiyle yarattığını bildiriyor. Şu hâlde, varolan her şey, güzeldir ve onun isteği sonucu var olmuştur. Bu, meselenin fiil yönüdür. İsim açısından meseleye yaklaşacak olursak, yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: “Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler O-nundur.” (Tâhâ, 8) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: “En güzel isimler Allah’ındır. O hâlde O’nu onlarla çağırın ve O’nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın.” (A’râf, 180) Buna göre yüce Allah hem isimleriyle, hem de fiilleriyle güzeldir ve bütün güzellikler O’ndandır.

Böylece anlaşılıyor ki, yüce Allah hem isimlerinin güzelliğinden ve hem de fiillerinin güzelliğinden dolayı övgüye lâyıktır ve övgüye değer bir şey karşısında övgüsünü ifade eden bir insan gerçekte yüce Allah’ı övüyordur. Çünkü övgüye neden olan güzellik O’ndandır. Şu hâlde övgünün cinsi ve her türlü hamd yüce Allah’a özgüdür.

Ayrıca ifadelerin akışından ve “Yalnız sana ibadet ederiz.” ifadesindeki hitap değişikliğinden anlaşılan o ki, bu sure kulların diliyle söylenmiştir. Yüce Allah bu surede, kuluna O’nu övmesini ve bir kulun kulluk makamında takınması gereken edep tavrını telkin ediyor. “Hamd Allah’a özgüdür.” sözü bu anlamı pekiştirir niteliktedir.

Çünkü hamdetme bir nitelendirmedir ve yüce Allah, bazı kullarının kendisine yönelik nitelendirmelerinden kendisini tenzih etmiştir: “Allah onların nitelendirmelerinden münezzehtir. Sadece Allah’ın arındırılmış kulları hariç.” (Sâffât, 159-160), İfade geneldir, bir kayıtlandırma söz konusu değildir. Yüce Allah’ın kitabında, bazı arınmış peygamberlerinden başka, herhangi bir kimsenin kendisine yönelik hamdını naklettiğine rastlanmaz. Yüce Allah Hz. Nuh’a (a.s) hitap ederken şöyle buyuruyor: “De ki: Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah’a hamdolsun.” (Mü’minûn, 28) Yine bir ayette İbrahim Peygamberin (a.s) diliyle şöyle buyuruyor: “İhtiyarlık çağımda bana İsmail’i ve İshak’ı lütfeden Allah’a hamdolsun.” (İbrâhîm, 39) Yüce Allah bazı yerlerde Peygamber efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.a) şöyle hitap eder: “De ki: Allah’a hamdolsun.” (Neml, 93) Bir ayette de Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ın diliyle şöyle buyuruyor: “Dediler ki: Allah’a hamd-olsun.” (Neml, 15) Bir de cennet ehlinin O’na yönelik övgülerini aktarmıştır. Çünkü onlar da göğüslerdeki kin ve kıskançlıktan, boş ve günah sözden arındırılmışlardır. Şu ayette olduğu gibi: “Dualarının sonu, ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.’ sözleridir.” (Yûnus, 10)

Bunun dışında her ne kadar yüce Allah yaratıklarının büyük çoğunluğunun ve hatta tümünün kendisine yönelik övgülerini birçok ayette dile getirmiştir; meselâ, “Melekler Rabblerini hamd ile tesbih ederler.” (Şûrâ, 5) veya “Gök gürültüsü O’nu övgüyle tesbih eder.” (Ra’d, 13) veya “O’nu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.” (İsrâ, 44) buyurmuştur; ancak ne var ki, yüce Allah bütün bunlarda kendisine yönelik övgülerini tesbih (tenzih etme) ile birlikte zikrediyor. Hatta asıl olarak tesbihi naklediyor, bunun yanında da övgülerini aktarıyor.

Bunun nedeni şudur: Yüce Allah’tan başkası, O’nun fiillerinin güzelliğini ve kemalini kuşatamaz. Aynı şekilde yüce Allah’ın fiillerinin güzelliğinin kaynağı olan sıfatlarının ve isimlerinin güzelliğini de tam anlamıyla O’ndan başka kimse kavrayamaz. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Onlar bilgice O’nu kuşatamazlar.” (Tâhâ, 110) Kullar O’nu neyle nitelendirirlerse, O’nu onunla kuşatmış olurlar. Bu nitelik onların kavrayışlarının kapasitesiyle sınırlanmış, algılayışları oranında belirlenmiş olur. Dolayısıyla O’nu, düşünceleriyle neden oldukları sınırlandırma ve değerlendirmeden tenzih etmedikleri sürece, O’nu bu nitelendirmeden dolayı tesbih etmedikleri sürece, O’na yönelik övgüleri hedefine ulaşamaz, doğruluk niteliğini kazanamaz. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Hiç kuşkusuz Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.” (Nahl, 74)

Onun arındırılmış kullarına gelince; onların kendisine yönelik övgülerini kendi kendini övmesi ve onların kendisini nitelendirmelerini de kendi kendisini nitelendirmesi gibi değerlendirmiştir. Bu, onların Allah’ın arındırılmış kulları olmalarından geliyor. Bundan da anlaşılıyor ki, kulluğun öngördüğü edep, bir kulun Rabbini, O’nun kendisini övdüğü gibi övmesini ve bunun ötesine geçmemesini gerektiriyor. Hem Ehlisünnet’in, hem de Şia’nın Peygamber efendimizden (s.a.a) rivayet ettikleri hadis de bunu gösteriyor: “Ben senin övgülerini sıralayamam. Sen, kendini övdüğün gibisin…” Şu hâlde surenin başındaki “Hamd, Allah’a özgüdür.” ifadesi, kulluğa yaraşır bir edep tavrını edindirme amacına yöneliktir. Eğer yüce Allah, ne şekilde övülmesi gerektiğini öğretmek için kullar adına bu sözü söylememiş olsaydı, kul kendi kendine bunu söyleyemezdi.

“…âlemlerin Rabbi… O, Rahmandır, Rahimdir. Din gününün sahibidir.” (Büyük bir çoğunluk “Meliki yevm’id-dîn” şeklinde okumuştur.) “Rab”, sahip bulunduğu varlıkların işlerini düzenleyen maliktir. Dolayısıyla bu kavram, mülkiyet anlamını da içermektedir. Mülkiyet, içinde bulunduğumuz toplumsal koşullar çerçevesinde bir şeyin bir kimseye özgü olmasının özel bir türüdür. Yani, tasarruf yetkisine sahip olunacak şekilde bir şeyin bir kimseye ait olmasıdır. Söz gelimi, “Falan şey bizim mülkümüzdür.” dediğimiz zaman, o şey bir şekilde bize özgü kılınmış ve bu sayede onun üzerinde tasarrufta bulunma hakkına sahibiz demektir. Eğer bu özgü kılınmışlık olmasaydı, böyle bir tasarruf yetkimiz de olamazdı.

Toplumsal çerçevede bu, gerçekliği bulunmayan sözleşmeli ve itibarî anlamdır. Bu itibarî anlam, gerçekliği olan diğer bir anlamdan alınmıştır ki, ona da mülkiyet deriz. Bu mülkiyet, vücudumuzdaki organların ve güçlerin bizimle var olmaları şeklindeki mülkiyettir. Bizim gözümüz, kulağımız, elimiz ve ayağımız vardır, bunlara malikiz. Bunun anlamı şudur: Bunların varlığı bizim varlığımıza bağlıdır ve bunlar bizden bağımsız değiller, bizim bağımsızlığımızla bağımsızdırlar ve biz onların üzerinde dilediğimiz gibi tasarrufta bulunma yetkisine sahibiz. İşte gerçek mülkiyet budur.

Yüce Allah’a gerçeklik noktasında izafe edilebilecek mülkiyet, ger-çek mülkiyettir, sözleşme ve itibarın ortadan kalkmasıyla geçersiz olan itibarî mülkiyet değildir. Bilindiği gibi gerçek maliklik, tedbir ve yönetim olgularından ayrı düşünülemez. Çünkü bir şey varlığı açısından başka bir şeye muhtaç ise, varlığı açısından o şeyden bağımsız değilse, varlığının sonuçları açısından da o şeyden bağımsız olamaz. Yüce Allah, her şeyin Rabbidir ve Rab, yönetici malik (sahip) demektir. İşte yüce Allah’ın rablığı ve malikliği bu niteliktedir.

“Âlemîn=âlemler” kelimesi, “âlem”in çoğuludur. Bir şeyin bilinmesine aracı olan şey demektir. Kaaleb, hâtem ve tâbe’ gibi. Birincisi, bir şeye belli bir şekil vermeye yarayan şey; ikincisi, bir şeye son vermeye aracı olan şey; üçüncüsü ise, bir şeyin nakşedilmesine aracı olan şey demektir.

Bu kavram, bütün varlıklar için kullanıldığı gibi bireylerin ve parçaların bir araya gelmesinden oluşan her topluluğu, her bütünlüğü de ifade eder. Cansız varlıklar âlemi, bitkiler âlemi, hayvanlar âlemi ve insanlar âlemi gibi. Belli niteliklere sahip bireylerden oluşan topluluklar için de kullanılır. Arap âlemi ve Acem âlemi gibi. Burada ikinci anlamın daha uygun olduğunu düşünüyoruz. Çünkü “Malik-i yevm’id-dîn” ifadesine kadar sayılan yüce Allah’ın güzel isimleri hep bu kavramla bağlantılı olarak dile getiriliyor. Din ise, kıyamet günündeki karşılık demektir. Bunun ise sadece insanları ya da sadece insanları ve cinleri ilgilendiren bir durum olduğunu kabul edersek, “âlemler” ifadesiyle insanlar ve cinler âleminin, topluluğunun kastedildiği sonucu ortaya çıkar. Bu kavramın Kur’ân-ı Kerim’in birçok ayetinde belirgin biçimde bu anlamı ile kullanılmış olması da bizim bu yaklaşımımızı pekiştirmektedir: .”Seni âlemlerin kadınlarına üstün kıldı.” (Âl-i İmrân, 42) “Âlemlere uyarıcı olsun diye” (Furkan, 1) “Siz, sizden önce âlemlerde hiç kimsenin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?” (A’râf, 80)

“Din gününün sahibidir.” Bilindiği gibi “malik” kelimesi, “milk” kökünden gelir. “Melik” ise, “mülk” kökünden gelir ve ulusal düzene egemen olan ve onları idare eden kimse demektir. Diğer bir ifadeyle, onlar üzerinde emir ve hüküm yetkisine sahip kimse demektir.

Bu ifadenin hem “melik” ve hem de “malik” şeklinde okunduğuna ilişkin açıklamalar yapılmış, her birini pekiştiren kanıtlar ileri sürülmüştür. Şu kadarı var ki, saltanatın, egemenliğin her iki anlamı da yüce Allah için geçerlidir. Ancak Arapça’yı ve Arap geleneğini bilen bir insan “mülk” kavramının “zaman” olgusuyla bağlantılı olduğunu bilir. Örneğin; “Falan dönemin meliki (kralı)” denir, ama “Falan dönemin maliki (sahibi)” denmez. Denirse bile zorlama olduğu anlaşılır. Yüce Allah, “melik-i yevm’id-dîn” buyurarak, deyimi “gün”e izafe etmiştir. Bir ayette de şöyle buyuruyor: “Bugün mülk kimindir? Bir ve ezici güce sahip Allah’ındır.” (Mü’min, 16)
[/toggle2][toggle2 title=”Ayetlerin Hadisler Işığında Açıklanması” state=”close”]

el-Uyûn ve el-Meanî’de “Bismillah” ifadesiyle ilgili olarak İmam Rıza’nın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Yani kendimi Allah’ın alâmetlerinden biriyle alâmetlendiriyorum ki o da ibadettir.” [Uyûn-u Ahbar’ır-Rıza, c.1, bab:26, h: 19. el-Meanî, s.3]

Ben derim ki: Bu anlam, bizim işaret ettiğimiz anlamdan elde edilebilecek bir sonuçtur. Biz demiştik ki, besmelenin başındaki “ba” harfi, başlama anlamını ifade eder. Çünkü kul, ibadetini Allah’ın adıyla alâmetlendirdiği zaman, ibadeti izafe ettiği nefsini de Allah’ın a-lâmetlerinden biriyle alâmetlendirmesi gerekir.

et-Tehzib adlı eserde İmam Sadık’ın (a.s), el-Uyûn ve Tefsir’ul-Ayyâşî’de ise İmam Rıza’nın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Besmele, Allah’ın ism-i a’zamına gözbebeğinin gözakına yakınlığından daha yakındır.” [et-Tehzib, c.2, s.289, h: 15. el-Uyûn, c.2, bab:30, h: 11. Tef-sir’ul-Ayyâşî, c.1, s.21, h: 13]

Ben derim ki: İleride ism-i a’zamla ilgili açıklamamızda bu hadisi anlamına değineceğiz.

el-Uyûn’da Emir’ül-Müminin’in (a.s) şöyle dediği anlatılır: “Besmele Fatiha’dan bir ayettir. Resulullah besmeleyi okur ve onu Fatiha-dan bir ayet sayardı. ‘Fatiha suresi tekrarlanan yedidir.’ derdi.” [c.1, s. 235, bab:28, h: 59]

Ben derim ki: Bu görüşü destekleyen benzeri rivayetler Ehlisünnet kanallarınca da aktarılmıştır. Örneğin, Darekutnî Ebu Hureyre’den şöyle rivayet eder: “Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Fatiha suresini okuduğunuz zaman, besmeleyi de okuyun. Fatiha Kur’ân’ın anası ve tekrarlanan yedidir, bismillahirrahmanirrahim de onun bir ayetidir.” [Sünen-i Darekutnî, c.1, s.236, h: 28]

el-Hisal adlı eserde İmam Sadık’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “Ne oluyor şunlara? Allah canlarını alasıcalar, Allah’ın kitabında yer alan en büyük ayetlerden birini bilerek terk ettiler ve onu açıkça okumanın bid’at olduğunu ileri sürdüler.”

İmam Bâkır’ın (a.s) da şöyle dediği rivayet edilir: “Allah’ın kitabındaki en şerefli ayeti, yani besmeleyi çaldılar. Büyük-küçük her işin başında besmeleyi söylemek gerekir ki, o iş bereketlensin.” [Bihar’ul-Envar, c.92, s.238, h: 39]

Ben derim ki: Bu anlam doğrultusunda Ehlibeyt İmamlarından çokça rivayet aktarılmıştır. Bunlar da gösteriyor ki, Tevbe suresi hariç, her surenin başında yer alan “besmele” o sureden bir ayettir. Ehlisünnet kanallarınca da bu görüşü pekiştiren hadisler rivayet edilmiştir.

Örneğin; Sahih-i Müslim’de Enes, Resulullah’ın (s.a.a), “Az önce bana bir sure indirildi.” dediğini ve besmeleyi okuyarak başladığını rivayet eder. [c.4, s.112]

Ebu Davud’un bildirdiğine göre İbn-i Abbas (bu hadisin rivayet zinciri sahih kabul edilmiştir) şöyle demiştir: “Bismillahirrahmanirra-him inmedikçe, Peygamber efendimiz (s.a.a) surelerin aralarını (bir rivayete göre sonlarını) bilmezdi.” [Sünen-i Ebu Davud, c.1, s.209, h: 788]

Ben derim ki: Bu anlamı pekiştiren açıklamalar, Şiî kanallardan İmam Bâkır’dan (a.s) rivayet edilmiştir.

el-Kâfi, et-Tevhit, el-Meanî ve Tefsir’ul-Ayyâşî’de İmam Sadık’ın (a.s) şöyle dediği anlatılır: “Allah her şeyin ilâhıdır, tüm yarattıklarına karşı Rahman’dır ve özellikle müminlere karşı da Rahim’dir.” [El-Kâfi, c.1, s.114, h: 11. et-Tevhit, s.230, h: 1. el-Meanî, s.3, h: 1. Tefsir’ul-Ayyâşî, c.1, s.22, h: 19-20]

Bir rivayete göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Rahman, genel nitelikli özel isimdir; Rahim ise, özel nitelikli genel isimdir.” [Mecma’l-Beyan, c.1, s.21]

Ben derim ki: Yukarıdaki açıklamalarda Rahman sıfatının hem mümine ve hem de kâfire yönelik genel bir sıfat olduğuna, Rahim sıfatının da sırf müminlere yönelik olduğuna işaret etmiştik. Rahman’ın genel nitelikli özel bir isim oluşu ve Rahim’in de özel nitelikli genel bir isim oluşu ile de Rahman sıfatının dünya hayatına özgü olup hem kâfiri ve hem de mümini kapsaması, Rahim sıfatının ise hem dünya hayatını ve hem de ahireti kapsamakla birlikte sadece mümine yönelik olmasını kastediyor olsa gerektir. Diğer bir ifadeyle: Rahman sıfatı, tekvinî bağış ve lütuflara özgüdür ve bu hem kâfiri ve hem de mümini kapsıyor. Rahim ise, hem tekvinî [varoluşla ilgili] ve hem de teşrii (yasamayla ilgili) olanı kapsar. Bu ise, hidayet ve mutluluk kategorisine girer. O da sadece mümine özgüdür. Çünkü süreklilik ve kalıcılık müminlere özgü bağışlar için geçerlidir. Çünkü akıbet, Allah’tan korkanlarındır.

Keşf’ül-Gumme adlı eserde İmam Sadık’m (a.s) şöyle dediği belirtilir: “Babamın katırı kaybolmuştu. Eğer Allah onu bana geri döndürürse, hiç kuşkusuz onun hoşnut olacağı bir şeyle ona hamdedeceğim, dedi. Çok geçmeden katırı eğeriyle ve gemiyle birlikte getirildi. Şöyle bir doğruldu, elbiselerini toparladı. Sonra göğe başını kaldırarak, ‘Allah’a hamdolsun.’ dedi ve başka da bir şey söylemedi. Ardından şöyle dedi: Geride hiçbir şey bırakmadım, bütün hamtları Allah’a kıldım. Çünkü bu ifadenin içine girmeyen hiçbir hamt yoktur.” [c.1, s.118]

el-Uyûn adlı eserde belirtildiğine göre, bu ifadenin tefsiri hakkında İmam Ali’den (a.s) bir soru sorulmuş o da şöyle cevap vermiştir: “Yüce Allah kullarına ancak nimetlerinin bir kısmını detaysız biçimde bildirmiştir. Çünkü bunların hepsini ayrıntılı biçimde bilemezler. Bu nimetler sayılmayacak ve bilinmeyecek kadar çokturlar. Öyleyse, ‘Bize verdiği nimetlere karşılık Allah’a hamdolsun.’ deyin.” [c.1, s.220, h: 30]

Ben derim ki: İmam (a.s) bu sözleriyle, yüce Allah kullarına kulluğa yaraşır edep tavrını göstermek ve onlara öğretmek amacıyla onlar adına hamdı dile getiriyor, şeklindeki açıklamamıza işaret ediyor.

[/toggle2][toggle2 title=”Felsefî Bir Araştırma” state=”close”] Aklî kanıtlar, malûlün bağımsızlığını ve kendisiyle ilgili her hususun illetine dayandığını göstermektedir. Malûlde olan her kemal gerçekte illetinin varlığının bir uzantısıdır. Dolayısıyla eğer varlıkta güzelliğin bir gerçekliği varsa, onun kemali ve bağımsızlığı varlığı zorunlu olan yüce Allah’a aittir. Çünkü O, bütün illetlerin kaynağı olan tek illettir. Hamd ve övgü ise, herhangi bir varlığın kendi varlığıyla bir başka varlığın kemalini göstermesidir. O başka varlık da onun illetinden başkası değildir. Bilindiği gibi her kemalin kaynağı yüce Allah’tır. Şu hâlde, her övgünün ve her hamdın gerçekliği O’na dönüktür. Öyleyse hamd, âlemlerin Rabbı olan Allah’ a mahsustur.

* * *

“Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz…” Ayetin orijinalinde geçen “na’budu” kelimesinin kökü olan “abd” kelimesi, sahip olunan insan veya -anlamı soyutlarsak- tüm bilinçli varlıklar anlamında bir kavramdır. Nitekim yüce Allah’ın şu sözünde bu soyutlanmış anlamda kullanılmıştır: “Göklerde ve yerde bu-lunan herkes Rahman’a kul olarak gelecektir.” (Meryem, 93) İbadet kavramı da bu kelimeden türemiştir. Yerlerine göre farklı köklerden gelmiş veya farklı anlamlarda kullanılmıştır da denebilir. Cevherî’nin, es-Sihah’ta; “Ubudiyet (kulluk) kavramının aslı boyun eğmedir.” şeklideki sözüne gelince; boyun eğmenin ubudiyetin gereklerinden olduğundan dolayı bu sözü söylemiş olsa gerek. Yoksa, boyun eğme anlamına gelen “huzu” kelimesi ancak “lam” harf-i cerri ile geçişli olabiliyor, ibadet ise, yapısı itibariyle geçişlidir.

Kısacası; ibadet, kulun kendini Rabbinin mülkü yerine koyması ve öyle görmesidir. Bu yüzden kulluk büyüklenmenin karşıtıdır, böyle bir duyguyu yok eder; ama şirk koşmanın karşıtı değildir. Yani, kölenin köleliği ve kulun kulluğu üzerinde birden fazla kişinin ortaklığı söz ko-nusu olabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Bana ibadet etmekten büyüklenenler, aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü’-min, 60) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: “Ve Rabbine ibadete hiç kimseyi ortak etmesin.” (Kehf, 110) Bu ayete, şirk koşmanın mümkün olduğu varsayılarak yasaklanıyor. Yasaklama ancak mümkün ve güç yetirilebilen şeyler için geçerlidir. Oysa, Allah’a ibadet etmeye tenezzül etmeyip büyüklük taslama, böyle bir durumu içermiyor.

Kulluk, ancak kölelerle onlara sahip olan efendiler arasında, efendilerin mülkiyeti altındaki hususlarda geçerli olan bir ilişki biçimidir. Kölenin varlığıyla ilgili olup da sahip olmanın kapsamına girmeyen hususlar, yani kölenin falanın oğlu olması ve boyunun uzun olması gi-bi hususlar ise ibadetle, kullukla ilintili değildir. Ne var ki, yüce Allah’ın kulları üzerindeki sahipliği bu tür bir ilişkiden farklıdır. O’nun sahipliği başkalarının sahipliğine benzemez. O’nun karşısında kulun konumu bölünme kabul etmez. Yani O’nun kulun bazı kısımlarına sahip olması, buna karşın bazı kısımlarına sahip olmaması mümkün değildir. Onun için, kul üzerindeki bazı tasarrufların caiz, bazılarınınsa caiz olmaması söz konusu değildir.

Nitekim insanlar arasındaki kölelik ilişkilerinde kölelerin kimi nitelikleri efendilerin mülkiyeti altındadır, kendi isteklerine bağlı olan fiilleri gibi; bazı nitelikleri de bu mülkiyetin kapsamına girmez, doğuştan gelen zorunlu nitelikleri gibi. Aynı şekilde köleler üzerinde bazı tasarruflarda bulunmak caizdir, işlerinden yararlanmak gibi; onlarla ilgili bazı tasarruflar da caiz değildir, onları suçsuz yere öldürmek gibi.

Yüce Allah kayıtsız ve şartsız olarak maliktir, mülkiyeti sınırsızdır. Onun dışındakilerse, kayıtsız ve şartsız olarak mülktürler. Onların Allah karşısındaki mülklükleri bölünme kabul etmez. Burada her iki açıdan da bir sınırlandırma vardır. Maliklik, sahiplik Rabb’e özgüdür, kulluksa kula özgüdür. İşte yüce Allah’ın şu sözü buna işaret etmektedir: “Yalnız sana ibadet ederiz.” Burada meful öne geçirilmiş ve ibadet kavramı da mutlak tutularak hiçbir kayıtla kayıtlandırılmamıştır.

Daha önce de açıkladığımız gibi mülk ancak maliki ile varolabileceği için, ne malikini perdeler, ne de malikinden perdelenir. Söz gelimi, sen Zeyd’in evine baktığında oraya herhangi bir ev gözüyle bakarsan, Zeyd’i göz ardı edebilmen mümkündür. Ama eğer oraya Zeyd’in mülkü gözüyle bakarsan, onun sahibi olan Zeyd’i göz ardı etmen müm-kün değildir.

Ancak Allah’ın dışındaki varlıklar sadece mülk oldukları ve bu ger-çeklik onların hakikatini oluşturduğu için varlıklar âleminde hiçbir şey Allah’tan gizlenemez. Varlığa bakan bir göz yüce Allah’ı görmeden edemez. O her zaman hazırdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? İyi bil ki onlar, Rablerine kavuşmaktan kuşku içindedirler. İyi bil ki O, her şeyi kuşatmıştır.”(Fussilet, 53-54) Durum bundan ibaret olduğuna göre, gerçek ibadet, hakkı her iki tarafın da hazır bulunduğu bir ortamda gerçekleştirilen ibadettir.

Bu, yüce Allah açısından, O’na hazır bulunan bir mabut gibi ibadet edilmesiyle olur. “Yalnız sana ibadet ederiz.” ifadesindeki üçüncü şahıstan ikinci şahsa yönelik hitap değişikliğini gerektiren husus da budur.

Kul açısından ise, şöyle olur: İbadetini, hazır olan bir kulun ibadeti gibi yerine getirir, ibadetinde mabudundan gaflet etmez. Aksi takdirde, ibadeti sadece anlamdan yoksun bir şekle ve ruhsuz bir cesede benzer. Ya da ibadetini böler, hem Rabbiyle ve hem de başkalarıyla açıkta ve gizlide ilgilenir. Tıpkı hem Allah’a ve hem de putlarına ibadet eden putperestler gibi. Ya da kulluğunu gizlice bir başkasına yöneltir. Çeşitli amaçlar için Allah’a ibadet ediyor görünen kimseler gibi. Böyle bir insan Allah’a ibadet eder ama, ilgisi bir başkasına yöneliktir. Ya da cennet arzusuyla veya cehennem korkusuyla Allah’a ibadet eder. Bütün bunlar, ibadet açısından şirktir ve Kur’ân-ı Kerim’de yasaklanmıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Dini yalnız kendisine has kılarak Allah’a kulluk et.” (Zümer, 2) “İyi bil ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinenler, ‘Biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.’ derler. Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir.” (Zümer, 3)

Kul içten davranınca ve tüm benliğini bu işe verince, ancak o zaman ibadet gerçek ibadet niteliğini kazanır. Bu da sözünü ettiğimiz gibi ibadet anında, mabudundan gaflet etmemekle mümkündür. Bununla da anlaşılıyor ki kul, amelinde Allah’tan başkasıyla ilgilenmediği zaman ibadeti eksiksiz olur. Eğer başkasıyla ilgilenirse, ibadetinde, ilgilendiği kimseye Allah’ın ortağı niteliğini kazandırmış olur. Şayet kulun kalbi bir umuda veya bir korkuya takılı değilse, yani ibadetinin amacı cenneti elde etme veya ateşten korunma değilse, o zaman bu ibadet sırf Allah rızası için yerine getirilmiş olur. Kişi ibadet esnasında kendisiyle de meşgul olmamalıdır. Çünkü bu duygu, kulluk pozisyonuna ters düşer. Kulluk, benliği ve büyüklenmeyi içinde barındırmaz. “ibadet ederiz”, ifadesinin birinci çoğul şahıs kipiyle dile getirilmiş olması da, bu noktaya işaret etme amacına yönelik olabilir. Çünkü bu takdirde kişinin şahsı söz konusu değildir. Dolayısıyla bencillik ve bağımsızlık duygusuna kapılmaz, kişisel belirginlikleri, izleri topluluk içinde kaybolup gider.

Bu açıklamaların tümünden çıkan sonuç şudur: “Yalnız sana ibadet ederiz.” sözüyle ifade edilen kulluk, anlam ve ihlâs açısından özünde bir noksanlık barındırmaz. Ancak; “Yalnız sana ibadet ederiz.” derken kul, ibadeti kendine izafe etmiş oluyor. Bu da derken varlık, güç ve irade bağımsızlığı olduğu zannını uyandırıyor. Hâlbuki kul, mülktür ve başkasının mülkü olan bir kimse bir şeye malik olamaz. Bu yüzden bu zannın ortadan kalkması için olsa gerek, ardından hemen, “ve yalnız senden yardım dileriz.” buyuruluyor. Yani, biz ibadeti ken-dimize izafe ediyor ve bunu biz yapıyoruz diyorsak, ancak senin yardımın olmadan bunu yapamayacağımızın da bilincindeyiz. Bu yüzden sana ibadet ederken de senden yardım diliyoruz.

Şu hâlde, “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” sözü bir tek anlamı vurgulama amacına yöneliktir. O da sırf Allah’a yöneltilmiş samimî ibadettir. İbadet ile yardım istemenin aynı ahenk içinde zikredilişinin amacının da bu noktayı vurgulamak olması mümkündür. Nitekim, “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” buyurulmuştur, “Yalnız sana ibadet ederiz. Bize yardım et, bizi doğru yola ilet.” denmemiştir.

“Bizi doğru yola hidayet et.” ifadesiyle birlikte surenin akışının ahenksel değişikliğe uğramasına gelince, inşaallah ileride bununla ilgili açıklamalarda bulunacağız.

“Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” sözünün açıklaması esnasında; üçüncü şahıstan ikinci şahsa geçilmesinin sebebi, mef’ulün öne geçirilmesiyle ifade edilen hasrın amacı, “ibadet ederiz” ifadesinde, ibadet kavramının hiçbir kayıtla sınırlandırılmamış olmasının nedeni, birinci çoğul şahıs lafzının tercih edilişinin sebebi, birinci cümlenin ardından ikinci cümlenin getirilişi ile verilmek istenen mesaj ve surenin akışı içinde bu iki cümlenin aynı ahenk içinde oluşlarının amacı gibi hususlar açıklık kazandı.

Bu ayetle ilgili olarak tefsir bilginleri, başka hususlara da dikkat çekmişlerdir. Dileyen bu bilginlerin kitaplarına başvurabilir. Yüce Allah kullarından alacaklardır, O’nun borcunu ödemek gücümüzün üstünde bir yükümlülüktür.

[/toggle2]
6-7. AYETLER
6- Bizi doğru yola hidayet et.
7- Kendilerine nimet verdiğin, gazaba uğramamış ve de sapmamış kimselerin yoluna.
[toggle2 title=”Ayetlerin Açıklaması” state=”close”]

“Bizi doğru yola hidayet et. Kendilerine nimet verdiğin… kimselerin yoluna.” Hidayet kavramının anlamı, “sırat=yol” kelimesini açıklarken açıklık kazanacaktır. Sırat, tarîk ve sebil, anlam olarak birbirine yakın kavramlardırlar. Yüce Allah, sıratı (yolu) müstakim (doğru) olmakla nitelendiriyor. Sonra bunun, Allah’ın nimet verdiği kimselerin izlediği yol olduğunu açıklıyor. Şu hâlde, niteliği bu olan ve kulların iletilme (hidayet) isteğine konu olan yol, ibadetin hedefidir. Yani, kul Rabbinden istiyor ki, kulluğu sırf bu yolun sınırları içinde kalsın.

Bunun açıklaması şöyledir: Yüce Allah, kitabında insan türü için, daha doğrusu tüm varlıklar için, kendisine doğru yol alırlarken izleyecekleri yolu belirlemiştir. Yüce Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Ey insan, muhakkak sen, Rabbine doğru varan bir yol üzerinde çabalayıp durmaktasın, nihayet O’na varacaksın.” (İnşikak, 6) “Dönüş O’nadır.” (Teğâbun, 3) “Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah’a döner.” (Şûrâ, 53) Bunun gibi daha birçok ayet açıkça gösteriyor ki tüm varlıklar, bir yolu kat etmekte ve yüce Allah’a doğru yol almaktadırlar.

Sonra şu gerçeği ortaya koymuştur: Tek bir özelliğe sahip tek bir yol söz konusu değildir. Yol, ikiye ayrılmaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey Âdem oğulları! Ben size, ‘Şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana tapın, doğru yol budur.’ diye? bir-dirmedim mi” (Yâsîn, 60-61)

Şu hâlde, bir doğru yol var, bir de onun ötesinde başka bir yol. Bir ayette şöyle buyuruluyor: “Ben pek yakınım. Bana dua ettiği zaman, dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara, 186) Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: “Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmekten büyüklenenler, aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min, 60) Böylece yüce Allah, kendisinin kullarına yakın olduğunu ve kendisine en yakın yolun kendisine yönelik ibadet ve dua yolu olduğunu açıklamıştır. Sonra inanmayanları nitelendirirken de şöyle buyurmuştur: “Onlar uzak bir yerden çağırılıyorlar.” (Fussilet, 44) Burada, inanmayanların izledikleri yolun hedefe çok uzak olduğu belirtilmiştir.

Bununla anlaşılıyor ki, Allah’a giden iki yol vardır: Biri yakın; ki bu, müminlerin yoludur. Diğeri de uzak; ki bu da başkalarının yoludur. Bu, bir yol ayrılığıdır. Bir başka yol ayrılığı daha var ki, yüce Allah şu ayette ona işaret etmektedir: “Bizim ayetlerimizi yalanlayan ve onlara inanmaya tenezzül etmeyenlere, göğün kapıları açılmayacaktır.” (A’râf, 40) Hiç kuşkusuz, yolcuların yürüdükleri bir yol olmasaydı, kapı bir anlam ifade etmezdi. Şu hâlde, aşağıdan yukarıya doğru giden bir yol vardır.

Yüce Allah, bir başka ayette de şöyle buyuruyor: “Kimin üstüne gazabım inerse, artık o düşmüştür.” (Tâhâ, 81) İfadenin orijinalinde geçen “heva” fiili, aşağı doğru düşmek anlamını ifade eder. Şu hâlde, bir de aşağıya doğru yuvarlanırken de izlenen bir yol vardır. Sonra yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kim küfrü imanla değişirse, artık dümdüz yoldan sapmış olur.” (Bakara, 108) Burada yüce Allah “sapıtmıştır” diyerek doğru yoldan ayrılmayı şirk olarak nitelendirmiştir.

Bu durumda, insanlar tuttukları yol itibariyle üç grup hâlinde değerlendirilmektedir:

a) Yukarıya doğru yol alanlar. Bunlar, Allah’ın ayetlerine inanan, ona kulluk sunmada büyüklenmeyen kimselerdir.

b) Aşağı doğru yol alanlar. Bunlar, Allah’ın gazabına uğramış kimselerdir.

c) Yoldan sapmış olanlar. Bunlar şaşkındırlar, nereye gideceklerini bilmezler, sapıktırlar. “Kendilerine nimet verdiğin, gazaba uğramamış ve de sapmamış kimselerin yoluna.” ifadesinin bu sınıflandırmaya yönelik bir işaret içerdiğini söylemek mümkündür.

Doğru yol, kesinlikle diğer iki yol değildir. Bununla gazaba uğramışların ve sapmışların yollarını kastediyorum. Şu hâlde doğru yol, sözü edilen ilk yoldur. Yani büyüklük taslamayan müminlerin yoludur. Ancak yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Allah inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir.” (Mücâdele, 11) Bu da gösteriyor ki, müminlerin yolu da kendi içinde derecelere ayrılmaktadır.

Bunun izahı şöyledir: Her sapıklık şirktir, bunun tersi de doğrudur. Yüce Allah’ın şu sözü bu gerçeği dile getirmektedir: “Kim küfrü imanla değişirse, artık dümdüz yoldan sapmış olur.” (Bakara, 108) Yüce Allah’ın şu sözü de bu anlamı pekiştirir niteliktedir: “…’Şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana tapın, doğru yol budur.’ Nitekim o, sizden birçok nesilleri saptırdı.” (Yâsîn, 60-62) Kur’ân-ı Kerim şirki zulüm, zulmü de şirk olarak nitelendirir. Kıyamet koptuktan sonra her iş sonuca bağlanınca, şeytanın itirafını bize aktaran ayet-i kerime de bu anlamı destekler mahiyettedir: “Ben, önceden beni Allah’a ortak koşmanızı da tanımamıştım zaten. Doğrusu zalimler için acı bir azap vardır.” (İbrâhîm, 22)

Aynı şekilde şu ayet-i kerimede olduğu gibi zulüm de sapıklık olarak nitelendirilir: “İnananlar ve imanlarını zulümle karıştırmayanlar, işte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.” (En’âm, 82) Bu anlamı, doğru yolu bulma ve sapıklık veya sapıklığı izleyen azaptan güvende olmanın zulmün bertaraf edilmesi ve imanın zulümle karıştırılmamasına bağlanmasından algılamak mümkündür. Kısacası sapıklık, şirk ve zulmün konumu birdir. Bunlar birbirlerinin vazgeçilmezleri, birbirlerinin pekiştiricileridirler. İşte, “Bunların her biri diğerini tanımlar veya her biri aynı zamanda diğeri demektir.” derken bunu kastediyoruz. Ancak şunu da vurgulamak gerekir ki bu, anlam aşamasında değil, mısdak aşamasında böyledir.

Bunu bildikten sonra kesin olarak anlarsın ki, sapıkların yolundan ayrı bir yol olan “doğru yol”da kesinlikle şirk ve zulüm söz konusu olmadığı gibi, yine aynı kesinlikte sapma da söz konusu olmaz. Kalplerin derinliklerinde bir küfür veya yüce Allah’ın hoşnut olmadığı bir düşünce barınmaz. Bedenin organlarıyla bir günah fiili veya itaatte bir kusur işlenmez. İşte teori ve pratik olarak gerçek tevhit budur. Bu ikisinin arasında bir üçüncü yol yoktur. Haktan sonra, sapıklıktan başka ne var ki?

Yüce Allah’ın şu sözü de bu açıklamayı pekiştirir niteliktedir: “İnananlar ve imanlarını bir zulümle karıştırmayanlar, işte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.” (En’âm, 82) Bu ayette, doğru yolun güvenli olduğu vurgulanıyor, tam hidayet vaat ediliyor. Çünkü burada ism-i fail [muhtedûn=doğru yolu bulanlar] ifadesi kullanılmış ve ism-i failin geleceğe delâlet ettiğini söylüyorlar. Dikkat edilsin! Kuşkusuz, bu da doğru yolun niteliklerinden biridir.

Daha sonra yüce Allah, doğru yolun sahipleri olan bu kendilerine nimet verilen kimseleri şöyle tanımlıyor: “Kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîkler (gerçekler, dosdoğru kullar), (amellere olan) şehitler ve sa-lihlerle birlikte olur ve onlar ne de güzel arkadaştır!” (Nisâ, 69)

Yüce Allah bu ayette sözü edilen iman ve itaati, bu ayetten önce şöyle tanımlamıştır: “Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükmü, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla kabullenmedikçe inanmış olmazlar. Eğer biz, kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın, diye bunu onlara farz etmiş olsaydık, içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. Hâlbuki kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı, hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu.” (Nisâ, 65-66)

Burada yüce Allah onları söz, davranış, iç ve dış görünüm olarak kulluk açısından sağlam ve noksansız olarak nitelendiriyor. Bu açıdan hiçbir hususu bu genellemenin dışında tutmuyor. Bununla beraber, bu son ayette niteliklerine işaret edilen müminleri, kendilerine nimet verilmiş olanların izleyicileri ve bağlıları olarak tanıtıyor ve onların safından aşağıdaki bir safta yer aldıklarını belirtiyor. Bunu “birlikte olur” tabiri ile “onlar ne de güzel arkadaştır!” ifadesinde anlıyoruz. Çünkü aynı derecede olmaları söz konusu olsaydı, “onlar, şu kimselerle birlikte olur.” değil de, “onlar, şu kimselerdendir.” buyurulması gerekirdi.

Yüce Allah’ın şu sözü de bu ayetin bir benzeridir: “Allah’a ve Resulüne inananlar, Rableri yanında onlar, sıddîkler ve şehitlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır.” (Hadîd, 19) Bu ayette müminlerin ahiret gününde şehitlere ve doğrulara ilhâk edilecekleri dile getiriliyor. “Rableri yanında” ve “Onların mükâfatları” sözleri bu sonucu öngörüyor.

Şu hâlde, doğru yolun sahipleri, kalpleri ve amelleri sapıklıktan, şirkten ve zulümden arınmış müminlerden daha üstün bir konuma ve daha yüksek bir dereceye sahiptirler. Bu ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman, zorunlu olarak, durumları ve konumları bundan ibaret olan müminlerde de bir eksiklik olduğu anlaşılıyor. Eğer bu eksikliği gider-miş olsalardı, onlar da kendilerine nimet verilen kimselerden olurlardı. Yani onlarla arkadaşlık etme derecesinden, onlardan olma derecesine yükselmiş olurlardı. Belki de bu ayrıcalıklarının sebebi, Allah hakkındaki derin marifetleri, ileri bilgileridir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Allah, inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir.” (Mücâdele, 11) Şu hâlde doğru yolun sahipleri, kendilerine kâmil iman nimetinden daha üstün bir nimet verilen kimselerdir. Bu da doğru yolun niteliklerinden biridir.

Yüce Allah “yol” anlamına gelen “sırat” ve “sebil” kelimelerini Kur’ân-ı Kerim’de defalarca kullanmıştır. Fakat bir tek “sırat-ı müstakîm”den fazlasını kendisine izafe etmemiştir. Ama “sebil” olarak kendisine giden birçok yolun bulunduğunu vurgulamıştır: “Ama bizim uğrumuzda cihat edenleri biz, elbette yollarımıza (sebillerimize) iletiriz.” (Ankebût, 69) Aynı şekilde, şu ayet-i kerimeden başka da “sırat-ı müstakîm”i yaratıklarından hiç kimseye izafe etmemiştir: “Kendilerine nimet verdiğin… kimselerin yoluna (sıratına).” Fakat “sebil” anlamında yol kavramını kendisinden başkasına da izafe ederek kullanmıştır: “De ki: İşte benim yolum (sebilim) budur: Allah’a basiretle davet ederim.” (Yûsuf, 108) “Bana yönelen kimsenin yolu (sebili).” (Lokmân, 15) “Müminlerin yolu” (Nisâ, 115)

Bununla da anlaşılıyor ki “sebil”, “sırat-ı müstakîm”den farklıdır ve izleyicilerin, kulluk sunanların sayısına ve çokluğuna göre farklılık gösterir, değişir, çok olur. Fakat “sırat-ı müstakîm” tek ve değişmezdir. Yüce Allah’ın şu sözü buna işaret etmektedir: “Gerçekten size Allah’tan bir nur ve açık bir kitap gelmiştir. Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına (sebil) iletir, onları kendi ilmiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve dosdoğru yola (sırat-ı müstakîme) iletir.” (Mâide, 15-16) “Sebil” birden fazla olarak nitelendirilirken, “sırat” bir tek olarak nitelendirilmiştir. Bu durumda sırat-ı müstakîm ya sebillerin tümünden ibarettir ya da sebillerin birleşmesi ve sırat-ı müstakîmle aynılaşması sonucu oluşan ana yoldur.

Aynı şekilde yüce Allah şöyle buyuruyor: “Onların çoğu, Allah’a ortak koşmadan inanmazlar.” (Yûsuf, 106) Bununla da anlaşılıyor ki, şirk (ki bir sapıklıktır) imanla birlikte bulunabilir. İşte bu “sebil”dir. Dolayısıyla “sebil”in şirk ile bir araya gelebileceği anlaşılıyor. Fakat “sırat-ı müstakîm” sapıklıkla bir araya gelmez. Nitekim, “ve de sapmamı kimselerin” buyurulmuştur.

Bu ayetler üzerinde kapsamlı bir şekilde düşünüldüğü zaman, bu “sebil”lerin her birinin “sırat-ı müstakîm”in aksine, kimi noksanlıklar ve kimi ayrıcalıklarla bir arada olabilecekleri anlaşılmaktadır. Yine anlaşılmaktadır ki, bu sebillerden her biri sırat-ı müstakîm olmakla birlikte diğerinden ayrıdır. Sırat-ı müstakîm de bu sebillerin her biriyle birleştiği gibi, her birinin muhalifiyle de birleşmektedir.

Böyle bir sonuca, sunduğumuz ayetlerden varmak mümkün olduğu gibi, diğer bazı ayetler de bu anlamı pekiştirir niteliktedir. Örneğin: “Bana ibadet edin; doğru yol (sırat-ı müstakîm) budur.” (Yâsîn, 61) “De ki: Rabbim, beni doğru yola (sırat-ı müstakîme) iletti. Dosdoğru dine, Allah’ı bir bilen İbrahim’in dinine.” (En’âm, 161) Bu ayetlerde, hem ibadet, hem de din, “sırat-ı müstakîm” olarak nitelendirilmiştir. Bu ikisi ise, bütün “sebil”lerin ortak özellikleridir.

Buna göre, Allah’ın sebillerine oranla “sırat-ı müstakîm” bedendeki ruh gibidir. Nitekim bedenin hayatı boyunca geçirdiği değişik evre-ler vardır. Beden her evrede öncekinden farklıdır. Bebeklik, çocukluk, delikanlılık, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık ve ihtiyarlık gibi. Fakat her evrede ruh aynı ruhtur, bedenden ayrılmaz bir bütündür. Yine bedenin çeşitli hâlleri olabilir ki, ruhun isteklerine ve gereklerine ters düşebilir. Ama ruh öyle değildir. Bu, Allah’ın değişmez fıtratıdır ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. Bununla birlikte beden ruhtur, yani insandır.

Aynı şekilde, yüce Allah’a giden “sebil” de “sırat-ı müstakîm”dir. Ancak müminlerin sebili, tövbe edenlerin sebili, Peygamberi izleyenlerin sebili vs. gibi çoğaltabileceğimiz Allah’ın sebillerine dışarıdan bir afet veya noksanlık musallat olabilir. Fakat bunlar kesinlikle “sırat-ı müstakîm”e bulaşamazlar. Nitekim bir “sebil” olan imana, şirk ve sa-pıklığın karışabileceğini gördün. Ne var ki, bunların hiçbiri “sırat-ı müstakîm”in bünyesinde barınamaz. Şu hâlde arılığı, bulaşmışlığı, yakınlığı ve uzaklığı açısından sebilin dereceleri vardır ve bunların tümü sırat-ı müstakîm üzerindedir ya da bizzat onun kendisidir.

Yüce Allah hak ve batıla örnek verirken bu gerçeği açıklamıştır. Kastettiğim, hepsi de “sırat-ı müstakîm”den olmakla birlikte Allah’a giden “sebil”lerin faklılık gösterebilecekleridir. Yüce Allah buyuruyor ki: “Gökten bir su indirdi de dereler kendi ölçüsünce o su ile çağlayıp aktı. Sel üste çıkan köpüğü yüklenip götürdü. Süs yahut eşya yapmak için ateşte yakıp erittikleri madenlerde de bunun gibi bir köpük vardır. Allah, hak ile batılı böyle bir benzetme ile anlatır. Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. İşte Allah, böyle meseller verir.” (Ra’d, 17) Burada yüce Allah, bilgi ve olgunluk edinmede kalplerin ve kavrama yeteneklerinin farklı kapasitelere sahip olmakla beraber, her birinin tek bir semavî rızka dayandığını, oradan beslendiğini vurguluyor. Bu örnekle ilgili yeterli açıklamaya Ra’d suresinde yer vereceğiz. Kısacası, bu da sırat-ı müstakîmin, yani doğru yolun niteliklerinden bir diğeridir.

Doğru yolun (sırat-ı müstakîm) nitelikleri üzerinde düşündüğün zaman, onun Allah’a giden tüm yollara, tüm sebillere egemen olduğunu görürsün. Şöyle ki, bir yol sırat-ı müstakîm gerçeğinden barındırdığı oranda Allah’a ulaştırır. Oysa sırat-ı müstakîm kayıtsız ve şartsız olarak mutlak şekilde Allah’a ulaştırır. Bu yüzden yüce Allah onu “sırat-ı müstakîm” olarak nitelendirmiştir.

“Sırat”, açık yol demektir. Bu kelime, “yutmak” anlamına gelen “serete” fiilinden türemiştir. Sanki bu yol, yürüyenlerini yutuyor da, kendisinden ayrılmalarına, midesinden çıkmalarına izin vermiyor gibi. “Müstakîm” ise, ayağının üzerine dikilip kendine ve kendisiyle ilgili şeylere egemen olmak isteyen kimsedir. İşinin idaresini ele alan kimse gibi. Sonuç itibariyle “müstakîm”, durumu ve konumu değişmeyen, demektir.

Buna göre, “sırat-ı müstakîm”, izleyicisini amacına ve maksadına ulaştırmaktan geri kalmayan hedefe ulaştırıcı yoldur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “İşte Allah’a inanıp O’na sımsıkı tutunanları, kendi katından bir rahmetin ve lütfun içine alacak ve onları kendisine (varan) doğru bir yola iletecektir.” (Nisâ, 175) Yani bu hidayet değişmeyecek ve böylece sürüp gidecektir.

Bir ayette de şöyle buyuruyor: “Allah kimi hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü, göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik çökertir. İşte Rabbinin doğru yolu budur.” (En’âm, 125-126) Yani, onun değişmeyen ve hedefe ulaştırmaktan geri durmayan yolu budur.

Bir ayette de şöyle buyuruyor: “Allah dedi ki: İşte bu, benim üstlendiğim dosdoğru yoldur. Şüphesiz, sana uyan sapıtmışların dışında, senin benim kullarım üzerinde zorlayıcı hiçbir gücün yoktur.” (Hicr, 41-42) Yani bu, benim değişmez yolumdur, yürürlükten kaldırılmaz yasamdır. Bir bakıma bu ifade, yüce Allah’ın şu sözüne çağrışım yapmaktadır: “Allah’ın kanununda bir değişme bulamazsın. Allah’ın kanununda bir sapma bulamazsın.” (Fâtır, 43)

“Sırat-ı müstakîm” kavramının anlamına ilişkin olarak yaptığımız açıklamalardan şu hususlar belirginlik kazanıyor:

1- İslâm, iman, ibadet, ihlâs ve tevazu gibi Allah’a giden yollar (sebiller), gerçeğin kaynağı olan “sırat-ı müstakîm”e yakınlıkları oranında kâmillik ve eksiklik, pahalılık ve ucuzluk bakımından birbirlerinden farklıdırlar. Bunların karşıtları olan küfür, şirk, inatçılık, azgınlık ve günahkârlık için de aynı durum söz konusudur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Her birinin yaptıklarından ötürü dereceleri vardır. Allah, onlara yaptıklarının karşılığını verir; asla kendilerine haksızlık edilmez.” (Ahkaf, 19)

Akılların yüce Allah’tan algıladıkları ilâhî bilgilerin durumu da tıpkı buna benzemektedir. Yeteneklerin farklılığı oranında bu bilgiler farklılık arzeder, kapasitelerin çeşitliliği oranında çeşitli algılama biçimleri ortaya çıkar. Yüce Allah’ın verdiği şu örnek de bunu vurgulamaktadır: “Gökten bir su indirdi de dereler kendi ölçüsünce o su ile çağlayıp aktı…” (Ra’d, 17)

2- Sırat-ı müstakîm, bütün yollara egemen olduğu gibi, sırat-ı müs-takîmin izleyicileri de öyledir. Yüce Allah onları bu yolda yerleşik ve kalıcı kılarak onların işlerini üzerine almış ve onları da kullarının doğru yola iletilmesinde yetkili kılmıştır. “Onlar ne de güzel arkadaştır!” (Nisâ, 69) “Sizin veliniz ancak Allah, O’nun Resulü ve namazı kılan ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir.” (Mâide, 55) derken, yüce Allah bunu kastetmiştir. Bu son ayetin müminlerin emiri Hz. Ali (a.s) hakkında indiği mütevatir hadislerle sabittir. O, bu ümmet içinde bu kapıyı açan ilk kişidir. Yeri gelince bu ayetle ilgili olarak geniş açıklamalarda bulunacağız.

3- Yola hidayet etmenin anlamı, yolun anlamının belirginleşmesiyle belirginleşir. es-Sihah adlı sözlükte belirtildiğine göre “hidayet”, “göstermek, delâlet” demektir. Yine aynı sözlükte belirtildiğine göre, bu fiil Hicazlıların lehçesinde iki mef’ulü birden etkilemektedir. Diğer lehçelerde bu fiilin ikinci mef’ulü da etkilemesi için “ilâ” harf-i cerrine başvurulur. Bize göre de doğru olan görüş budur. Ancak bir görüşe göre de “hidayet” kökünden türeyen fiil, “ilâ” harf-i cerri olmaksızın ikinci mef’ulü etkilediğinde “hedefe ulaştırma” anlamını ifade eder. Ama “ilâ” harf-i cerriyle geçişli kılındığı zaman “yol gösterme” anlamını ifade eder. Buna örnek olarak da şu ayet-i kerime gösterilir: “Sen, sevdiğini hidayet edemezsin, fakat Allah dilediğini hidayet eder.” (Kasas, 56)

“Yol gösterme” anlamında “hidayet” Resulullah (s.a.a) için sabit olduğuna göre burada nefyedilen “hidayet”, “hedefe ulaştırma” anlamındaki “hidayet”tir. Nitekim şu ayetlerde, birinci anlamda “hidayet” Allah’a, ikinci anlamda “hidayet” ise Peygambere izafe edilmiştir: “Ve onları dosdoğru yola iletirdik.” (Nisâ, 68) “Ve şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyorsun.” (Şûrâ, 52) Şu hâlde “hedefe ulaştırma” anlamındaki “hidayet” kökünden türeyen fiil, ikinci mef’ulü doğrudan etkiler, “yol gösterme” anlamındaki “hidayet” kökünden türeyen fiil ise, “ilâ” harf-i cerriyle geçişlilik kazanır.

Ne var ki, bu görüşe kanıt olarak gösterilen ayette bizim sözümüz vardır. Şöyle ki, ayette nefyedilen hidayet, hidayetin gerçekliğidir ki bu, yalnızca Allah’ın elindedir. Yoksa bu gerçekliğin bazı dereceleri kesinlikle Peygamber için sabittir. Diğer bir ifadeyle; nefyedilen, hidayetin cinsi değil, kemal derecesidir. Ayrıca bu açıklama, Firavun hanedanı arasında yer alan bir müminin sözlerini içeren ayetin işaret ettiği anlamla çelişki arzetmektedir: “Ey kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola götüreyim.” (Mü’min, 38) Çünkü bu ayette “hidayet” kökünden türeyen fiil, “ilâ” harf-i cerri olmaksızın mef’ulü etkilediği hâlde “yol gösterme” anlamını ifade etmektedir.

Buna göre bizce “ilâ” harf-i cerri ile kullanılıp kullanılmamasına göre “hidayet” kökünden türeyen fiilin anlamında bir değişlik meydana gelmez. Bu fiilin “ilâ” harf-i cerri olmaksızın ikinci mef’ulü etkilemesinin “dahalt’ud-dâre=eve girdim” cümlesindeki kurala bağlı olması da mümkündür.

Kısacası hidayet; işaret etmek, yolu göstermek suretiyle hedefi göstermektir. Bu da bir çeşit “hedefe ulaştırmak” demektir. Allah’ın düzeni, sebepler düzeni olduğuna göre, bunun gerçekleşmesi için yüce Allah bir sebep oluşturur. Bu sebep hedefin belirginleşmesini ve sonuçta kulun bu hedefe ulaşmasını sağlar. Yüce Alah bu düzene şu şekilde işaret etmektedir: “Allah kimi hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar.” (En’âm, 125)

Şu ayet-i kerime de buna bir örnektir: “Sonra derileri ve kalpleri Allah’ın zikrine (meylederek) yumuşar. İşte bu, Allah’ın hidayetidir; dilediğini bununla doğru yola iletir.” (Zümer, 23) İfadenin orijinalinde geçen “telînu=yumaşar” fiilinin “ilâ” harf-i cerriyle geçişli kılınmasının sebebi, eğilim ve güven gibi bir anlamı içermesini sağlamaktır. Kalbin yumuşaması, yüce Allah’ın kalpte, Allah’ın zikrini algılamasını, ona yönelmesini ve onunla güven bulmasını sağlayacak bir netlik meydana getirmesidir. Allah’ın yolları (sebilleri) farklı olduğu gibi, yol-larının farklılığı oranında hidayeti de farklılık gösterir. Şu hâlde her yolun karşılığında ona özgü bir hidayet vardır.

Yüce Allah’ın şu sözü bizim vurguladığımız bu yol ve yol göstericilik farklılığına işaret ediyor: “Bizim uğrumuzda cihat edenleri, biz elbette yollarımıza iletiriz. Hiç şüphe yok, Allah mutlaka iyilerle beraberdir.” (Ankebût, 69) Nitekim kulun Allah yolunda cihat etmesi ile Allah uğruna cihat etmesi arasında fark vardır. Birinci amaç için cihat eden kişi, yolun güvenliğinin sağlanmasını ve yoldaki engellerin bertaraf edilmesini istemektedir. İkinci amaç için cihat eden kişi ise, sadece Allah’ın rızasını elde etmek istiyor. Bunun sonucunda yüce Allah onu özel yeteneklerine ve kapasitesine uygun bir yola iletir. Sonra ilettiği bu yolun ardından onu bir diğer yola iletir ve nihayet onu kendine yakın, özel biri kılar.

4- “Sırat-ı müstakîm” farklı derece ve mertebeleri bulunan Allah yollarının (sebillerinin) tümünü kapsadığına göre, yüce Allah’ın insanı sırat-ı müstakimde olduğu hâlde yine sırat-ı müstakîme hidayet etmesi olası ve doğrudur. Yani Allah, insanı sırat-ı müstakimden yine sırat-ı müstakime hidayet edebilir, iletebilir. Şöyle ki, onu önce yollarından (sebillerinden) birine hidayet eder, iletir; sonra ona yönelik hidayetini artırır ve onu bir üst yola (sebile) iletir. Nitekim yüce Allah’ın hidayete erdirdiği kulları adına dile getirdiği “bizi doğru yola hidayet et.” ifadesi, bu tür bir istek içermektedir.

Bu açıklamayla, “Fiilen hidayete ermiş bir kimsenin hidayet istemesi, elde edilen bir şeyi elde etmeye yönelik bir istektir ve bu muhaldir.” veya “Kulun sırat-ı müstakîmde yürümesinden sonra sırat-ı müstakîmde yürüme isteğini dile getirmesi, elde edilmiş olanı elde et-me isteğidir ki, bu tür bir istekte bulunmak anlamsızdır.” şeklindeki soru ve eleştirilerin cevabı da verilmiş oldu.

Aynı şekilde, “Bizim şeriatımız bütün yönleriyle eski milletlere indirilen şeriatlardan daha geniş ve noksansızdır. Şu hâlde, yüce Allah’tan bizi onlardan nimet verdikleri kullarının yoluna iletmesini istemek ne anlam ifade eder?” şeklindeki eleştiri de geçersizdir. Çünkü bir şeriatın bir diğer şeriattan daha geniş ve noksansız olması ayrı, bir şeriata bağlı olan bir kimsenin diğer bir şeriata bağlı olan bir kimseden daha kusursuz, daha olgun olması da ayrı bir meseledir.

Söz gelimi; Hz. Muhammed’e (s.a.a) indirilen şeriata (en mükemmel ve en geniş kapsamlı şeriat olmasına rağmen) inanan normal bir mümin, şeriatları eski ve geçkin olmasına rağmen Hz. Nuh’tan ve Hz. İbrahim’den (selâm üzerlerine olsun) daha kusursuz ve daha olgun olamaz. Çünkü şeriatların ve bu şeriatlara göre amel etmenin hükmü, bu şeriatları özümseyip onu karakter hâline getirmekten doğan velâyet makamının hükmünden farklıdır.

Şu hâlde, eski şeriatlara bağlı olup da şirkten arı, katışıksız tevhit makamına ulaşmış bir insan, en kusursuz ve en geniş kapsamlı şeriat olan Hz. Muhammed’in (s.a.a) şeriatına göre amel etmekle beraber tevhit makamını kazanmayan, bilgiye dayalı hayat, ruhuna egemen olmayan, ilâhî hidayetin ve Rabbanî yol göstericiliğin nuru kalbine yerleşmeyen bir insandan daha kusursuzdur, ondan üstündür. Dolayısıyla kusursuz şeriatın ehlinden olmakla beraber makamı daha aşağıda olan bir insan, daha aşağı bir şeriatın ehlinden olan bir insanın ulaştığı yüksek makama ulaşmayı Allah’tan isteyebilir.

En ilginç olanı da, bazı tefsir bilginlerinin söz konusu kuşkuyu bertaraf etmek amacıyla yaptıkları açıklamadır. Şöyle ki: Allah’ın dini birdir, o da İslâm’dır. Tevhit, peygamberlik ve ahiret gibi temel bilgiler ve bunların ayrıntıları olan genel bilgiler tüm şeriatlar açısından birdir. Bu şeriatın önceki şeriatlara karşı tek ayrıcalığı, hayatın tüm meselelerine ilişkin ayrıntı niteliğindeki hükümlerin bu şeriatta daha geniş ve daha kapsamlı tutulmuş olmasıdır. Bu şeriat kulların çıkarlarının korunmasına diğerlerine oranla daha fazla özen gösteriyor.

Ayrıca bu şeriatın temeli, hikmet, öğüt ve güzel diyalog gibi kanıtlama yollarına dayanır. Ne var ki, din bir de olsa, bütün şeriatlardaki temel bilgiler aynı da olsa, onlar bizden önce Rablerinin yoluna girdiler. Bu hususta bize göre önceliklidirler. Bu yüzden yüce Allah onların durumlarını göz önünde bulundurmamızı, onların tutumlarından olumlu dersler çıkarmamızı emretmiştir.

Ben derim ki: Bu açıklama dayanak olarak tefsir biliminin zorunlu gördüğü temellerden farklı bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayışa göre, temel bilgilerin hakikatleri gerçekte birdirler ve aralarında derece ve düzey farklılığı söz konusu değildir. Batınî ve manevî dereceler de öyle.

Buna göre seçkin bir peygamberle en basit bir mümin, varlık ve dış âlemde gerçekliği olan olgunluk açısından aynı düzeydedir. Aralarındaki üstünlükse, gerçek olgunluğa dayanmayan yasamanın öngördüğü makamlar açısından söz konusudur. Tıpkı bir kral ile onun tebaası olan halk arasındaki makamsal üstünlük gibi. Böyle bir üstünlük sözleşmeli ve atamayla belirlenmiş makamlar itibariyledir ve insanın varlığıyla bir ilgisi yoktur.

Bu temelin de dayandığı bir diğer temel söz konusudur. Buna göre, asıl olan maddedir ve madde ötesi, bir değer ifade etmez. Madde ötesi, kanıtı olan bir istisna ile sadece yüce Allah’a özgüdür.

Birçokları bu büyük yanılgıya düşmüşlerdir. Bunun iki nedeni vardır: Ya maddî bilimlere dayanarak somut verilerle yetinmek ya da Kur’ân tefsirine ilişkin genel anlayışla yetinerek ayetler üzerinde etraflıca düşünmemek.

Bu meseleyle ilgili olarak söylenecek çok şey vardır. İnşaallah ileride yeri geldikçe bilimsel araştırmalara ilişkin bölümlerde daha geniş açıklamalarda bulunacağız.

5- “Sırat-ı müstakîm”in sahiplerinin başkalarından farklı olan tarafları ve yollarının başkalarının yollarına olan üstünlüğü bilgiden ileri gelir, amelden değil. Onlar, Rablerinin makamına ilişkin olarak başkalarının yoksun olduğu bilgiye sahiptirler. Nitekim yukarıdaki açıklamalarda, sırat-ı müstakîm ehli dışındakilerin sebillerinde de tam ve noksansız amelin gerçekleşebileceğini vurguladık. Şu hâlde sırat-ı müs-takîm ehlinin tek ayrıcalıkları bilgidir. Ancak, nedir bu bilgi? Ve nasıl bir şeydir? İnşaallah, “Gökten bir su indirdi de dereler kendi ölçüsünce o su ile çağlayıp aktı.” (Ra’d, 17) ayetini ele alırken bu konuda ayrıntılı bilgi vereceğiz.

Yüce Allah’ın şu sözü de bu anlamı çağrıştırmaktadır: “Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir.” (Mücâdele, 11) Şu ayet de bu anlamı pekiştirir niteliktedir: “Güzel söz ona çıkar, iyi amel onu yükseltir.” (Fâtır, 10) Buna göre yüce Allah’ın katına çıkan, güzel sözdür. Yani, inanç ve ilimdir. Salih amelin fonksiyonu ise, güzel sözü yükseltmek, Allah katına çıkmasında ona yardımcı olmaktır. Söz konusu ayeti ele alırken, konuya ilişkin geniş bilgiye yer vereceğiz.

[/toggle2][toggle2 title=”Ayetlerin Hadisler Işığında Açıklaması” state=”close”]

el-Kâfi’de “ibadet” kavramının anlamı ile ilgili olarak İmam Sa-dık’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “Üç tür ibadet şekli vardır: Bazı insanlar korktukları için Allah’a ibadet ederler. Bu, kölelerin ibadetidir. Bazıları sevâp kazanmak amacıyla Allah’a ibadet ederler. Bu, ücretlilerin ibadetidir. Bazıları da sevdikleri için Allah’a ibadet ederler. Bu da, özgürlerin ibadetidir ve bu, en üstün ibadet şeklidir.” [c.2, s.84, h: 5, İbadet babı]

Nehc’ül-Belâğa’da şöyle bir ifade yer alır: “Bir kısım insanlar, bir beklentiyle Allah’a ibadet ederler. Bu, tüccarların ibadetidir. Bazıları korkudan dolayı Allah’a ibadet ederler. Bu, kölelerin ibadetidir. Bazıları ise, sadece şükürlerini ifade etmek için Allah’a ibadet ederler. Bu da özgür insanların ibadetidir.” [Feyz’ül-İslâm, s.1192, h: 229]

el-İlel, el-Mecalis ve el-Hisal adlı eserlerde İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu anlatılır: “İnsanların Allah’a yönelik kullukları üç gerekçeye dayanır: Bir kısım insanlar, sevap beklentisiyle O’na ibadet ederler. Bu, ihtiraslıların ibadetidir ve bu hırstır, tamahtır. Bazıları da cehennem ateşinden korktukları için O’na kulluk sunarlar. Bu ise, kölelerin ibadetidir ve bu ibadet şekli korku niteliklidir. Ama ben O’nu sevdiğim için O’na ibadet ediyorum. İşte bu, şerefli ve saygın insanların ibadetidir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Ve onlar o gün korkudan emin kalırlar.’ [Neml, 89] Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: ‘De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.’ [Âl-i İmrân, 31] Kim Allah’ı severse, Allah da onu sever ve Allah’ın sevdiği kimse de güvenli kimselerden olur. İşte bu, saklı ve koruma altında bulunan bir makamdır, ona arınmışlardan başkası ulaşamaz.” [İlel’üş-Şerayi, c.1, s.12, h: 8. el-Hisal, s.188]

Ben derim ki: Daha önce yaptığımız açıklamalardan, bu rivayetlerin içerdikleri anlamları açıklık kazanmış oldu. İmamların (selâm olsun onlara) özgür insanların ibadetini bir keresinde sevgi, bir keresinde de şükür olarak nitelendirmeleri, her ikisinin de sonuçta aynı anlamı ifade etmesinden dolayıdır. Çünkü şükür, insanın, kendisine nimet olarak verilen şeyi yerli yerine koymasıdır. İbadetin şükrü ise, zatı hasebiyle onu hak eden yüce Allah’a yönelik olmasıdır. Yani yüce Allah’a Allah olduğu için, yani bütün güzellik ve ululuk (cemal ve celâl) niteliklerini zatında topladığı için ibadet edilir. O, zatı itibariyle güzeldir ve bu yüzden zatı itibariyle sevilendir. Çünkü sevgi güzelliğe ilgi duymanın, çekiciliğe kapılmanın ifadesidir. Bu yüzden; “O, zâtı itibariyle mabûttur. O, mabuttur; çünkü güzeldir, sevilendir. O, mabuttur; çünkü nimet verendir, ibadet edilerek şükrü yerine getirilendir.” derken, bütün bu sözlerimiz bir tek anlamı ifade etmiş olurlar.

Ehlisünnet kanalıyla İmam Sadık’ın (a.s), “Yalnız sana ibadet ederiz…” ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: “Yani senden, senin dışında bir şey istemiyoruz. Karşılık ve bedel beklentisiyle sana ibadet etmiyoruz. Senin makamına ilişkin bilgiden yoksun olan cahiller gibi kulluk sunmuyoruz.”

Ben derim ki: Bu rivayet, yukarıda “ibadetin, ibadet anında hazır bulunmayı ve samimiyeti gerektirdiğini, bununsa karşılık beklentisine ters düştüğünü” ifade ettiğimiz açıklamamıza yönelik bir işaret içeriyor.

Tuhaf’ul-Ukûl adlı eserde İmam Sadık’ın (a.s) şöyle dediği anlatılır: “İdrak ile değil, sıfat ile ibadet ettiğini ileri süren kişi, gaip olan (hazır bulunmayan) bir şeye yönelmiş olur. Sıfata ve mevsufa birlikte ibadet ettiğini ileri süren kişi tevhit inancına ters düşmüş olur. Çünkü sıfat mevsuftan ayrı bir şeydir. Mevsufu sıfata izafe ettiğini ileri süren kişi, büyüğü küçültmüş olur. Allah’ı O’nun şanına yaraşır şekilde tanımlayamadılar…” [s.242, Necef Baskısı]

“Bizi doğru yola hidayet et.” ifadesiyle ilgili olarak el-Meanî adlı eserde İmam Sadık’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “Yani, bizi senin sevgine ulaştıracak, senin cennetine kavuşturacak, kendi heva ve hevesimize uyup da bozulmamıza ya da kendi görüşlerimize göre hareket edip de helâk olmamıza engel olacak yolda sebatlı olmaya ilet.” [s.33, h: 4]

Yine bu ayetle ilgili olarak el-Meanî adlı eserde İmam Ali’nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “Yani, geçmiş günlerimizde bize bahşettiğin kolaylaştırıcı desteğini sürdür ki, ömrümüzün gelecekteki kısmında da aynı şekilde sana itaat edelim.” [s.33, h: 4]

Ben derim ki: Bu iki rivayet, hidayete ermiş kişinin hidayet istemesi ile ilgili olarak, elde olan bir şeyin elde edilmesini istemenin lâzım geldiği şeklindeki kuşkuya verilebilecek cevabın iki farklı yönünü ifade ediyor. Birinci rivayet, hidayetin derecelerinin farklılığına; ikincisi ise, bunların anlamsal birliğine işaret ediyor.

el-Meanî adlı eserde İmam Ali’nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “sırat-ı müstakîm dünyada aşırılığa kaçmayan, kusur ve ihmalkârlıktan uzak olup dümdüz devam eden, ahirette ise müminleri cennete götüren yoldur.” [s.33, h: 4]

Yine aynı eserde İmam Ali’nin (a.s), “Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna” ifadesiyle ilgili olarak şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Yani, bizi dinine ve itaatine muvaffak olma nimeti verdiğin kimselerin yoluna ilet, mal ve sağlık nimeti verdiğin kimselerin yoluna değil. Çünkü mal ve sağlık nimeti verdiklerin kâfir ve fasık da olabilirler. Yüce Allah nimet verdiği kimseler hakkında şöyle buyuruyor: Kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehitler ve salihlerle birlikte olur ve onlar ne güzel arkadaştır!” [Nisâ, 69] [s.36, h: 9]

el-Uyûn’da İmam Rıza’nın (a.s), ataları kanalıyla Hz. Ali’nin (a.s) şöyle buyurduğunu aktardığı belirtilir: “Resulullah’ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: Allah diyor ki: Fatiha suresini kendimle kulum arasında paylaştırdım. Fatiha’nın yarısı benim ve yarısı da kulumundur. Kulumun istediği kendisine verilecektir. Kul, ‘Bismillahirrahmanirra-him’ dediği zaman, yüce Allah, ‘Kulum benim adımı anarak başladı. Bu yüzden onun işlerini eksiksiz olarak sonuçlandırmam, durumunu bereketlendirmem gerekli oldu.’ der. Kul, ‘Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a özgüdür.’ dediği zaman, yüce Allah, ‘Kulum beni övdü, elindeki nimetlerin benim katımdan olduğunu ve kendisine yönelen belâların benim lütfumla savıldığını bildi. Siz şahit olun ki, ben dünya nimetlerine ek olarak, ona ahiret nimetlerini de vereceğim ve dünya musibetlerini başından savdığım gibi, ahiret musibetlerini de başından savacağım.’ der. Kul, ‘Rahmandır, Rahimdir.’ dediği zaman, yüce Allah, ‘Kulum benim Rahman ve Rahim olduğuma tanıklık etti. Siz şahit olun ki, ben rahmetimden onun payına düşen kısmı genişleteceğim, ona yönelik bağışlarımı arttıracağım.’ der. Kul, ‘Din (karşılık) gününün sahibidir.’ dediği zaman, yüce Allah, ‘Nasıl ki o, benim ‘din (karşılık) gününün sahibi’ olduğumu itiraf etti, siz şahit olun ki, ben de hesap günü onun hesabını kolaylaştıracağım, onun iyiliklerini kabul edeceğim, işlediği kötülükleri sileceğim.’ der. Kul, ‘Yalnız sana ibadet ede-riz’ dediği zaman, yüce Allah, ‘Kulum doğru söyledi, sadece bana ibadet ediyor, siz şahit olun ki, bu ibadetine karşılık ona öyle bir sevap vereceğim ki, bana yönelik ibadetinde ona ters düşen herkes, ona gıpta edecektir.’ der. Kul, ‘Ve yalnız senden yardım dileriz.’ dediği zaman, yüce Allah, ‘Kulum benden yardım istedi ve bana sığındı. Siz şahit olun ki, işinde ona yardım edeceğim, dara düştüğü zamanlarda imdadına yetişeceğim, felâketlere uğradığı zaman elinden tutacağım.’ der. Kul, ‘Bizi doğru yola hidayet et.’ diye surenin sonuna kadar okuduğu zaman, yüce Allah, ‘İşte bu, kulumun hakkıdır, onun istediği verilecektir. Kulumun duasını kabul ettim ve onun arzuladıklarını verdim. Korktuğu şeyden güvene kavuşturdum.’ der.” [s.234, bab:28, h: 59]

Ben derim ki: Buna yakın bir açıklamayı, Saduk el-İlel adlı eserinde İmam Rıza’dan (a.s) rivayet eder. [c.2, s.315, h: 1] Görüldüğü gibi bu rivayet, namazda okunan Fatiha suresini, defalarca vurguladığımız tarzda açıklamaktadır. Şöyle ki: Yüce Allah bu sureyi kulları adına dile getiriyor. Bu sure kulluk makamının ve Allah’a yönelik övgü ve ibadetin ifadesidir. Şu hâlde, bu sure ibadet için indirilmiş bir suredir ve bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de ona benzer bir başka sure yoktur. Bunu derken vurgulamak istediğim noktalar şunlardır:

1- Bu sure baştan sona kadar, yüce Allah tarafından dile getirilen kulların sözlerinden ibarettir. Kullar, kendilerini kulluk makamına koyup O’nun Rablık makamına yöneldikleri zaman bu sözleri ifade etsinler diye.

2- Bu sure iki kısımdır; bir kısmı Allah’a, bir kısmı da kula aittir.

3- Bu sure Kur’ân’ın içerdiği bilgileri kısaca ve özet olarak kapsamaktadır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in temel bilgiler ve bunlara bina edilen ahlâk, hukuk, ibadet, insanlar arası ilişkiler, siyaset, toplumsal ilişkiler, vaat ve tehditler, kıssa ve ibret tabloları ile ilgili akıllara durgunluk veren kapsamlılığı, bütünüyle tevhide, peygamberliğe, ahirete ve bunların ayrıntılı açıklamasına, kulların dünya ve ahiretleri için elverişli olan yola iletilmesine dönüktür. Görüldüğü gibi bu sure, söz konusu gerçekleri öz, ama derin anlamlı ifadelerle içermektedir.

Dilersen yüce Allah’ın Müslümanların namazlarında okumalarını emrettiği bu surenin güzelliğini, Hıristiyanların namazlarında okuduk-ları ve Matta İncili’nde yer alan şu sözlerle karşılaştırabilirsin: “Ey gökteki babamız, ismin kutsansın, egemenliğin gerçekleşsin, göklerde olduğu gibi yerde de senin iraden yürürlükte olsun. Bizim azığımız ekmeğimizdir, bugün bize ver. Nasıl ki biz, bize karşı suç işleyenleri bağışlıyoruz, sen de bizim günahımızı bağışla, bizi denemeye tâbi tutma, bizi kötülüklerden koru. Amin!” [Matta İncili: Bap: 6 : 9-13]

Semavî olduğu ve kulluk tavrını içerdiği iddia edilen şu sözler üzerinde biraz durduğumuzda karşımıza şu sonuçlar çıkıyor. Birincisi: Babaları (hâşâ, bununla yüce Allah’ı kastediyorlar) göklerdedir! Sonra, babanın hakkında adının kutsanması, egemenliğinin gerçekleşmesi ve göklerde olduğu gibi iradesinin yerde de yürürlüğe girmesi için dua ediliyor. Fakat daha çok siyasal partilerin sloganlarına benzeyen bu duayı kim kabul edecektir?! Ardından yüce Allah’tan bugünün ekmeği ve bağışlamanın karşılığı bağışlama isteniyor, bir hakkı görmezlikten gelme, bir diğer hakkı görmezlikten gelmenin karşılığı olarak öngörülüyor. Eğer Allah onlara böyle bir hak vermezse, onların ne gibi bir hakları olabilir ki?!

Ayrıca burada, kendilerini sınamaması ve kötülüklerden kurtarması isteniyor. Bu ise, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir istektir. Çünkü dünya imtihan yurdudur, eksikliklerin giderileceği yerdir. Bu karşılaştırmayı yaptıktan sonra Batılı bilginlerden bazı oryantalistlerin ve onlara uyan bazı sözde Müslüman bilginlerin şu sözlerine şaşmadan edemeyeceksin: “Temel bilgiler konusunda İslâm’ın diğer dinlere herhangi bir üstünlüğü yoktur. Çünkü Allah’tan gelen bütün şeriatlar tevhide ve nefsi güzel ahlâk ve salih amel ile arındırmaya çağırıyorlar. Dinler arasındaki tek üstünlük toplumsal meyvelerinin kökleşmesinden ileri gelir.” (!!)

[/toggle2][toggle2 title=”Hadisler Işığında Sırat-ı Mustakimin Açıklaması” state=”close”]

Men La Yahzuruh’ul-Fakih’te ve Tefsir-ul-Ayyâşî’de İmam Sadık-ın (a.s), “Sırat-ı müstakîm, Emir’ül-Müminin Ali’dir (a.s).” dediği rivayet edilir. [Tefsir’ul-Ayyâşî, c.1, s.24, h: 25]

el-Meanî’de İmam Sadık’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “Bu (sırat-ı müstakîm), Allah’ı bilmeye giden yoldur. Bu yolun iki yönü vardır; biri dünyada, biri de ahirette. Dünyadaki yol, itaat edilmesi zorunlu olan imamdır. İmamı tanıyan ve onun rehberliğinde yol alan bir kimse ahiretteki yoldan, yani cehennem üzerinde kurulan köprüden geçer. Onu dünya hayatında tanımayan kimsenin de, ahirette ayağı kayar ve cehenneme yuvarlanır.” [s.32, h: 1]

Yine el-Meanî adlı eserde İmam Seccad’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “Allah ile hücceti arasında bir hicap, hüccetini Allah’tan alı koyacak bir perde yoktur. Biz Allah’ın kapılarıyız. Biz doğru yoluz. Biz Allah’ın bilgisinin mahalleriyiz, O’nun vahyinin tercümanlarıyız, birliğinin temel rükünleriyiz ve sırlarının saklı bulunduğu heybeleriz.” [s.35, h: 5]

İbn-i Şehraşub Vekî b. Cerrah’dan, o da Sevrî’den, o da Süddî’den, o da Esbat ve Mücahid’den, o da İbn-i Abbas’tan, “Bizi doğru yola hidayet et.” ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: “Ey kullar topluluğu, şöyle deyin: Bizi Muhammed (s.a.a) ve Ehlibeyti’nin (a.s) sevgisine ilet.” [el-Menakıb, c.3, s.73]

Ben derim ki: Bu anlamı pekiştiren birçok rivayet vardır. Bu tür rivayetler, ayetin anlamını değil, mısdakını, somut örneğini belirlemeyle ilgilidir. Bu Ehlibeyt İmamlarının dilinde “cery” (genel bir mef-humu, somut mısdaklarına, örneklerine tatbik etmek) kavramı ile ifade edilmiştir.

Örneğin, Tefsir-ul-Ayyâşî’de Fuzayl b. Yesar’ın şöyle dediği rivayet edilir: “İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s) ‘Kur’ân-ı Kerim’de bulunan her ayetin bir zahiri, bir de batını vardır. Kur’ân’daki tüm harflerin bir sınırı vardır, her sınırın da bir çıkış noktası vardır.’ şeklindeki rivayette yer alan ‘zahir ve batın’ kavramlarının ne anlama geldiğini sordum, bana şu cevabı verdi: Ayetin zahiri, vahyedilen orijinal metnidir; batını ise, bu metnin te’vilidir. Bu te’villerin bir kısmı geçmiştir, bir kısmı da henüz gerçekleşmemiştir. Ayetler güneş ve ay gibi akıp giderler, te’villerinden birinin zamanı gelince, gerçekleşir…” [c.1, s.11, h: 5]

Bu anlamı destekler mahiyette birçok rivayet vardır. Bu, Ehlibeyt İmamlarının izledikleri bir yöntemdir. Onlar, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan bir ayeti, o hususta inmemiş olsa bile, tatbik edilebilecek bir somut örneğe tatbik ederlerdi. Bu yöntemi, akıl da desteklemektedir. Çünkü Kur’ân âlemlere yol gösterici olarak inmiştir. İnsanlara gerekli olan inancı, zorunlu olan ahlâkı ve yerine getirilmesi kaçınılmaz olan ameli öğretir. Kur’ân’ın ortaya koyduğu teorik bilgiler, gerçeği ifade ederler ve sadece bir zamana ve bir duruma özgü kılınarak değerlendirilemezler. Kur’ân’ın dile getirdiği üstün nitelikler veya aşağılık huylar ya da pratik bir duruma ilişkin hükümler, sadece bir fertle veya bir dönemle sınırlandırılamazlar. Çünkü Kur’ân’ın öngördüğü yasal sistem, tüm zamanları kuşatıcı evrensel niteliktedir.

Ayetlerin inişiyle bağlantılı olgulara (bir kişi veya bir olayla ilgili olarak bir veya birkaç ayetin inişini ardından getiren durum veya olay) gelince; bir hükmü belli bir olayla sınırlandırmak, olayın ortadan kalk-masıyla hükmün yürürlükten kalktığına ya da şahsın ölümüyle birlikte ona ilişkin hükmün de geçersiz olduğuna inanmak doğru bir tutum değildir. Çünkü açıklama geneldir ve ardındaki gerekçe de mutlaktır.

Dolayısıyla mümin fertlerden bazıları hakkında inen övgülerin ve başkaları hakkında inen yergilerin gerekçesi, onların sahip bulundukları niteliklerdir. Böyle nitelikler daha sonra başka insanlar için de söz konusu olabileceği hâlde, bu yergi ve övgüleri indikleri dönemlerdeki kişilere özgü kılmak tutarlı bir davranış değildir. Kur’ân-ı Kerim bu noktaya da dikkat çekmektedir: “Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir.” (Mâide, 16) “O, öyle bir kitaptır ki, ne önünden, ne de ardından ona batıl gelmez.” (Fussilet, 41-42) “O zikri biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr, 9)

Kur’ân ayetlerinin Ehlibeyt İmamlarına (a.s) ya da düşmanlarına tatbiki ile ilgili “cery” rivayetlerinin sayısı yüzleri bulmaktadır. Bu kısa değiniden sonra hadisler ışığındaki incelemelerimizde, bu tür rivayetlere yer vermeyeceğiz. Çünkü bu tür rivayetler amacımızın dışında kalır. Fakat meseleyi doğrudan ilgilendiren bir husus varsa ona da değineceğiz.[/toggle2]

Başa dön tuşu